1983’de Ocak Yayınları’ndan çıkan, hüzün, hasret, firak, acı, ana, baba, çocuk, gelin, vatan ve gurbet kokan “Masal Çağı” adlı bir kitap vardı başucumda.  Şair Ali Akbaş’ın kaleminden çıkmış,  hüznün, yoksulluğun ve fedakârlığın yükünü taşıyan saf Anadolu insanına benzeyen bir kitaptı bu... 

Her mısraında mazrur ve masum Anadolu insanının ellerini, gözlerini, kalbini ve çilesini okuduğum bu kitapta bir tek şiir var ki derûnumdan hiç çıkmaz: “Göç” (Sirkeci'den Tren Gider)

Okudukça dokunmuştu hüzünkâr yüreğime… Okudukça daha da artmıştı doğuştan var olan hüznüm. Hasret duygusuyla yaratılmış gönlümü daha da ateşlendirmişti. Hayâtında askerlik hâriç hiç gurbete çıkmamış, fakat doğuştan gurbetzede olan, vaktin oğlu misali her ân mânevî gurbet, iç ve dış gurbet yaşayan fakirin gönlünü “Göç” şiiri yakıp kavurmuştu.

O günden bugüne yüreğime gurbet ve göç kelimeleri düştükçe okuduğum bir şiirdir Ali Akbaş’ın “Göç” şiiri… Daha ortasına gelmeden gözlerimden yaşlar boşanır, yüreğime ateşler düşer ve tamamını bir türlü okuyamam.

“Sirkeci'den tren gider,

Varım yoğum törem gider,

Tuna bizden utanır, biz Tuna'dan,

Yüzüne kapatır ellerini.

Aldırma be Tuna'm,

Yiğit çıplak doğar anadan.”

Yıldırım’dan Kanûnî’ye kadar Viyana’yı, Belgrad’ı, yâni Avrupa’yı darülislâm kılmak ve i’lâ’y-i Kelimetullah’ı yaymak için şanla şerefle gittiği zamanların ihtişamıyla büyümüş, toprağıyla halhamur olmuş Anadolu’nun Türk evlatları yirmi asırda Sirkeci’den kalkan trenle Avrupa’ya ekmek parası için gider. İnsanın için ezen, izzetine dokunan maişet gurbetidir bu...

Bu gidiş sadece maişet gurbeti değildir. Yıldırımlara benzeyen atlarla Tuna’dan, Mohaç’tan uçup gittiği Avrupa’ya şimdi işçi olarak gidiyor. Muhteşem mâzisindeki asalet ve gurur dimağından hiç çıkmaz. İçini ezen, yüreğini kanatan bu duygulardır. Derûnunda bu duygu ve düşüncelerin ateş topağına dönüştüğü bir insanı düşünün. Vatanında bıraktığı ana, baba, eş ve çocuklarına bakarak, dün fethettiği Avrupa’ya maişet gurbetine çıkıyor. Ekmek parası için gidiyor.

Buna yürek dayanır mı?

“Sirkeci'den tren gider,

Vagon gider, derdim gider,

Gurbet elde bir başıma,

Varım, yoğum alır gider”

Bu şartlarda tren acımasızdır. Sirkeci’den giden tren bir ölüm treni, bir ayrılık treni… İnsanı vatanından, ailesinden koparıp yâdellere götüren bir acı tren gurbetçinin her şeyini, bütün varlığını alıp götürüyor. Şiirin her kıtasının başında kullanılan “Sirkeci’den tren gider…” mısraı öldürücü, yakıcı bir ifade… Her söylenişinde yürekleri hoplatıyor, vatandan koparıldığı acısını hissettiriyor. Bu mısraı her okuduğumda vatandan sürgüne gidişin duygu ve düşüncelerini yaşatıyor bana.

“Sirkeci’den tren gider,

Ona giden verem gider,

Bir kampana çalar analar, ağlar.

Oğul oğul, çocuklar öksüz, gelinler dul.

Akşam olur, hüzün çöker,

Omuzlarım bir bir düşer,

Sirkeci'den tren gider,

Gözyaşımı döker gider.”

Sirkeci, sanki cennetle cehennem arasında bir yer… Beri tarafı vatan, öte tarafı Avrupa, yâni yâd el… Arasat Meydanı gibi ne olacağının bilinmediği bir bekleyiştir Sirkeci’de beklemek…  Gurbetzedelerin için yakan, gözlerine kötü görünen bir mekândır Sirkeci. Anadolu’nun her köşesinden gelen garipleri yurdundan alıp dilini dinini bilmediği başka âleme götüren tren rûhen de kapkaradır, acımasızdır.

“Sirkeci'den tren gider,

Erzurumlu Duran,

Ankaralı Burhan gider,

Burada ezan var, orda çan,

Her sabah çınlar tepemizde,

Uyan uyan!”

Merhametsiz trene binen gurbetzedemizin içine tarih ve ecdadı düşer. Son kez dinlediği ezanı bir dinleyemeyecektir artık. Çünkü gurbet elde çan sesi vardır.

Varlığının tek hâmisi olan Kur’an’ı Kerim düşer, sızı düşer. Dün ümmetdaşının selâmeti için Yemen gurbetlerine bile isteye gitmişti. Fakat bu zâlim tren onu ekmek parası kazanmak için gâvur ellerine götürecektir:

“Sirkeci'den tren gider,

Bir yaldızlı Kur'an gider,

Su serperler ya gidenlerin ardında,

Dün askere Hint'e, Yemen'e,

Bugün ekmeğe, yaban ellerine,

Dönmezler ya andan”

Sirkeci yâd ellere gurbetzede toplama merkezi gibi bir vasfa bürünmüştür. İhtişamlı zamanların Sirkeci’si değildir. Buradan kalkan tren de hayırlı seferlere götüren bir tren değildir gurbetçinin gözünde. Vatan, hâne, çoluk çocuk her şeyi gözden, gönülden uzaklaştırıyor.

Gurbetçinin içi yanar, ezilir. Daha bir asır evvel böyle geçmemişti Frenk diyarına… Muhteşem atlarla geçmişti Tuna’dan… Tuna selâm dururdu. Gurbetçimiz şimdi Tuna’dan geçerken kara trenin penceresinden başını çıkarıp bakamıyor utandığından. Muhteşem Âli Osman devirlerinin saadeti yaşayan Tuna da ona bakamaz mahcubiyetinden

“Sirkeci'den tren gider,

Evim, barkım viran gider,

Biz hep atla geçtik Tuna'dan,

Böyle geçmedik avrat, uşak,

Biz hiç böyle geçmedik,

Tuna bizden utanır, biz Tuna'dan,

Aldırma be Tuna'm,

Yiğit çıplak doğar anadan”

Gurbetzede kahırlıdır trene. Frenk gurbetine yalnızca bedenini götürmüyor. Arkada bıraktığı, mesuliyetini taşıdığı derdini, yâni hâne halkını, umutlarını, memleket dâvâsını, köyünü, çeşmesini, câmisini, bağını, bahçesini de acılı yüreğinde götürüyor. Bunun içindir ki kendisi de hüzünlü olan şair Ali Akbaş “Göç” şiirinde yüreğimizi yakıp kavursun diye bâzı mısraları tekrar ederek şiiri bir gurbet türküsüne, bir ağıta dönüştürüyor. Yüreği olan ancak anlar bu sesi… 

“Sirkeci'den tren gider,

Vagon gider, derdim gider.

Gurbet elde bir başıma,

Varım yoğum alır gider.

Sirkeci'den tren gider,

Erzurumlu Duran,

Ankaralı Burhan gider,

Burada ezan var, orda çan,

Her sabah çınlar tepemizde,

Uyan uyan!

Sirkeci'den tren gider,

Bir yaldızlı Kur'an gider” 

Hâsıl-ı kelâm; gurbet acısını tatmaktan mahrum kalan yeni nesillere “Göç” şiirini çok okutun. Yahya Kemâl’in söylediği gibi: “Gurbet nedir bilir mi o menfâya gitmeyen?  Merhum Abdurrahim Karakoç’un mısralarıyla “Gurbet sancıdır, ayrılık hançer / Gurbet nedir, ne değildir? De hele” diye gurbetzedeleri konuşturmalı ve dinlemeliyiz. Anadolu insanı gurbet türkülerini çok sever.  “Ah, gurbet türküleri!” diye inlemesi bundandır.

AHMET DOĞAN İLBEY

[email protected]

Editör: TE Bilisim