İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve Medeniyet Üniversitesi Uluslararası Kudüs ve Filistin Araştırmaları Birimi Başkanı Prof. Dr. Berdal Aral, ABD Başkanı Donald Trump’ın yüzyılın barış anlaşması olarak tanıttığı projeyi Anadolu Ajansı (AA) için analiz etti:

ABD Başkanı Donald Trump'ın açıkladığı sözde barış planı tüm hükümleri ABD ile İsrail arasında kararlaştırılan bir metindir ve Filistinlilerin de bu “teslim anlaşması”nı bütünüyle kabul etmeleri beklenmektedir.

Amerikan ve İsrail yönetimlerinin “Yüzyılın Anlaşması” olarak lanse ettiği, gerçekte “Yüzyılın İhaneti” olarak tanımlanması gereken Filistin’in geleceğine dair plan, nihayet kamuoyuna açıklandı. Bu, gerçekte bir İsrail planı olup, Trump yönetimi bu planı hemen hemen bütünüyle onaylamış olmaktadır.

Bu “sahte” barış planının kamuoyuna açıklanması sonrasında, Amerikan yönetimi bölgede bulunan vatandaşlarını olası saldırılara karşı güçlü bir şekilde uyardı. ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Kudüs ve Batı Şeria'da bu plana tepki olarak şiddet olaylarının meydana gelebileceği ifade edildi. Sadece bu uyarı bile “Yüzyılın Anlaşması”nın, nasıl, hiçbir hukukî ya da ahlâkî kaygı gözetmeyen, Filistin’i imha planı olduğu hususunda Amerikan yönetiminin de aslında şüphesini olmadığını ortaya koymaktadır. Öyle olmasaydı, Amerikan vatandaşları bu meşum planın Filistin tarafında yol açtığı öfke ve hayal kırıklığının sebep olabileceği muhtemel şiddete karşı herhalde bu denli güçlü bir şekilde uyarılmazdı.

“Yüzyılın Anlaşması” olarak tesmiye edilen bu Trumpesk girişime “anlaşma” demek için, herhalde (uluslararası) anlaşmaların nasıl yapıldığı hususundan habersiz olmak gerekir. Uluslararası anlaşmalar, inter alia, aralarında uyuşmazlık olan taraflar arasında karşılıklı hak ve yükümlülükler doğuran ve bir müzakere süreci sonunda nihaileştirilerek yazılı metin haline getirilen belgelerdir.

Bu olayda ise, kendilerini âdeta sorgulanamaz birer Titan gibi gören ABD-İsrail ikilisi sorunun asıl muhatabı olan Filistinlilere herhangi bir söz hakkı vermiş değildir. Bu süreçte İsrail ile Filistinliler arasında herhangi bir müzakere yapılmış değildir. Aksine, ortada, tüm hükümleri ABD ile İsrail arasında kararlaştırılan bir metin ve bu “teslim anlaşması”nı bütünüyle kabul etmeleri beklenen Filistinliler vardır.

"UYDURUK" FİLİSTİN DEVLETİ

ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı “Yüzyılın Anlaşması”, gerçekte egemen olmayan, dahası etrafı bütünüyle İsrail tarafından kuşatılmış, ordusuz ve Kudüs’ü hemen hemen bütünüyle İsrail’e terk etmiş olan bir Filistin devletinin kurulmasını öngörmektedir. Tabii, buna ‘devlet’ denirse! Üstelik bu “devlet”in kurulması, dört yıllık müzakere süreci sonunda Filistinlilerin “kendilerinden istenen şartları yerine getirmeleri halinde” mümkün olabilecektir. Başka bir deyişle, Filistinliler şayet “müzakere” sürecinde İsrail’in dayattığı tüm şartlara teslim olmaz ise, burada sözü edilen “uyduruk” devletin bile kurulmasına izin verilmeyecektir.

Bu planda öngörülen Filistin devletinin toprakları Gazze, Negev çölünde Gazze’ye yakın iki arazi parçası ve İsrail işgali altındaki Batı Yakası’nın yalnızca bir bölümünden oluşuyor. Dahası, bu devletin başkenti, birçok BM kararının öngörmüş olduğu Doğu Kudüs değil, onun bir kısım mahallelerinden müteşekkil bir yerleşim yeri olacaktır.

Bu plana göre, Oslo anlaşmaları çerçevesinde Batı Yakası içinde C bölgesi olarak tanımlanmış olup, Batı Yakası’ndaki toplam arazinin yüzde 61’ine tekabül eden ve şu anda bütünüyle İsrail’in denetiminde olan toprakların yaklaşık üçte biri, İsrail tarafından ilhak edilecek. Dahası, Ürdün Vadisi de bütünüyle İsrail’e bırakılacaktır ki, burası tüm Batı Yakası’nın yaklaşık üçte birini teşkil ediyor.

Bu plana göre, başta El-Aksa Camii olmak üzere, Kudüs’teki Müslümanlara ait ibadethaneler ve kutsal mekânlar İsrail’in egemenliğinde olacaktır. Yine plan “bağımsız” Filistin devletinin kendi kara sınırları ve hava sahası üzerinde herhangi bir denetim yetkisinin olmayacağını öngörmektedir. Bu devletin başka devletlerle anlaşma yapma yetkisi de olmayacaktır.

Plan, sayıları altı milyon civarında olan Filistinli mültecilerin dönüş hakkını reddetmektedir. Dahası, metnin İsrail’in “Yahudi” karakterine vurgu yapması nedeniyle, İsrail vatandaşı olan Filistinlilerin de bu topraklardaki geleceğinin tehlikeye düşürüldüğünü ileri sürmek mümkündür.

Plana göre, Gazze ile Batı Yakası arasında irtibatı sağlamak için yeraltından tünel inşa edilecektir. Tünel projesi henüz İsrail tarafınca kabul edilmiş değildir. Yine bu planın hayata geçirilme sürecinde, Hamas ve İslami Cihad gibi silahlı örgütler silahlarını bırakmak zorunda kalacaklardır.

Öte yandan, kurulması öngörülen Filistin devleti için çeşitli yatırım projelerinde kullanılmak üzere 50 milyar dolarlık bir fon oluşturulacaktır ki, bunun önemli bir kısmı Körfez bölgesindeki Arap devletlerince karşılanacaktır. Nitekim bu ülkelerin büyük çoğunluğu bu meşum planın malî yükünü çekmeyi kabullenmiş görünmektedir.

Aslında Amerikan yönetimi bu planın bugüne dek İsrail ile -çoğu zaman kendi halkının tepkilerine rağmen- her türden girift ilişkiye girmeyi içine sindirmiş olan Mahmud Abbas yönetimince (bile) reddedileceğini baştan beri tahmin ediyordu. Şayet Mahmud Abbas plana “hayır” demekte ısrar ederse, o zaman muhtemelen ABD-İsrail ikilisi Filistin’e “liderlik” etmek üzere kendileriyle işbirliği yapmaya daha yatkın birisini bulma arayışına gireceklerdir.

Planın yaslandığı temel mantıksal çerçeve, İsrail’in ilhak etmek amacıyla göz koyduğu Filistin topraklarını bütünüyle bu ülkeye peşkeş çekmek; İsrail’in bir “Yahudi devleti” olarak elde etmek istediği tüm imtiyazları tanımaktır.

ULUSLARARASI HUKUK VE BM KARARLARININ AÇIK İHLÂLİ

Sözü eğip bükmeden şunu söyleyelim: “Yüzyılın Anlaşması”nın yaslandığı temel mantıksal çerçeve, İsrail’in ilhak etmek amacıyla göz koyduğu Filistin topraklarını bütünüyle bu ülkeye peşkeş çekmek; İsrail’in bir “Yahudi devleti” olarak elde etmek istediği tüm imtiyazları tanımak; buna karşılık Filistin halkının güvenilir sınırlar içinde, egemen ve sürdürülebilir bir devlet kurma ihtimalini tamamıyla ortadan kaldırmaktır.

Bu acı gerçeğe rağmen, Donald Trump, “büyük” planını ifşa ettiği basın toplantısında, âdeta Filistinlilerle dalga geçercesine, bu planın “Filistinlilerin kendi bağımsız devletlerine kavuşmaları için tarihî bir fırsat olduğunu” söyleme cüretini de göstermiştir.

“Yüzyılın İhaneti” olarak isimlendirilmesi gereken bu meşum planın uluslararası hukukun ve BM kararlarının açık bir ihlâli olduğu ortadadır. Uluslararası toplumun barış ve güvenlik meseleleri konusunda bir tür “anayasası” olarak görebileceğimiz 1945 tarihli BM Kurucu Andlaşması’nın 2/4. maddesine göre, devletler uluslararası ilişkilerde askerî güce başvuramaz, askerî güç tehdidinde de bulunamaz. BM Genel Kurulunca 1970’te uzlaşma (consensus) ile kabul edilen Devletler Arasında Dostça İlişkiler Bildirisi’ne göre “askerî güç kullanım tehdidinden ya da kullanımından kaynaklanan hiçbir toprak kazanımı yasal sayılmayacaktır.”

Benzer şekilde, 1974 tarihli Saldırganlığın Tanımına İlişkin Karar’da, “saldırganlıktan kaynaklanan hiçbir toprak kazanımı ya da özel imtiyazlar ‘yasal’ kabul edilmeyecektir” (5/3. madde) ifadesine yer verilmiştir. BM içinde alınan birçok karar ile Uluslararası Adalet Divanı’nın içtihatları da bu durumu teyit etmiştir. O nedenle, uluslararası hukuka göre, İsrail’in işgal ettiği -Filistinlilere ve bazı Arap ülkelerine ait- tüm topraklardan çekilmesi gerekmektedir. Buna, kuşkusuz, (Doğu) Kudüs’ü de içinde barındıran Batı Yakası dâhildir.

Bu plan, aynı zamanda, 1990’lı yıllarda uluslararası düzeyde genel bir kabul görmüş olan iki-devletli çözüm formülünün de tamamıyla terk edilmiş olduğunu âdeta gözlerimizin içine sokarcasına (bir kez daha) göstermiştir.

Oslo "barış süreci", en azından bu süreci Polyannacı bir hâlet-i ruhiye içinde yorumlayan aktörlere göre, İsrail’in 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda işgal etmiş olduğu Filistin topraklarında, yani Batı Yakası (Doğu Kudüs dâhil) ve Gazze’de, bağımsız bir Filistin devletinin kurulması ile nihayete erecekti. Hem BM hem de uluslararası toplumun önemli bir bölümü, kurulacak Filistin devletinin başkentinin Doğu Kudüs olacağı beklentisi içindeydi. Trump ve Netanyahu ikilisinin açıkladığı “Yüzyılın İhaneti” ise, Kudüs’ü tümüyle İsrail’e bırakmaktadır.

Bu meşum planda öngörülen Filistin devleti aslında devletten başka her şeye benzemektedir. Bir kez, bu devletin sahip olacağı topraklar kantonlardan oluşmaktadır. Yani, ortada bir ülkesel süreklilik yoktur. İkincisi, Batı Yakası’nda Filistinlilere bırakılan topraklar, tamamıyla İsrail tarafından çevrelenecektir. Üçüncüsü, bu, ordusuz bir devlet, askersizleştirilmiş bir ülke olacaktır. Dördüncüsü, kara sınırları üzerinde bile denetim hakkı olmayan, kendi hava sahası üzerinde denetim hakkından yoksun bırakılmış bir devlet olacaktır. Beşincisi, bu devletin uluslararası anlaşma yapma yetkisi olmayacaktır. Filistin devletinin ülkesini oluşturan birbirinden kopuk kantonlar bu plana göre tüneller ve köprülerle birleştirilecektir. Doğrusu, bu “proce”den haberdar olsaydı, herhalde “Zihni Sinir” bile kahkahalarla gülmekten kendini alamazdı!

“Arap” olan Filistin halkının yine “Arap parası” ile “siyasî bir varlık olarak” yok edilmeye çalışılması, kuşku yok ki, Körfez bölgesindeki Arap yönetimlerinin “utanç” hanesine yazılacak affedilmez bir cürüm olacaktır.

KÖRFEZ YÖNETİMLERİNİN UTANÇ VERİCİ TUTUMU

Filistin’i ilanihaye yok etmek isteyen bu ihanet planının hayata geçirilmesi için, başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere, birçok Arap ülkesi Filistin halkına ‘rüşvet’ olarak önerilen parasal desteği ödemeyi yükümlenerek, bu büyük ihanetin fâillerinin işbirlikçisi haline gelmişlerdir.

“Arap” olan Filistin halkının yine “Arap parası” ile “siyasî bir varlık olarak” yok edilmeye çalışılması, kuşku yok ki, Körfez bölgesindeki Arap yönetimlerinin “utanç” hanesine yazılacak affedilmez bir cürüm olacaktır. Bu yönetimlerin bu cürmün altından kalkıp kalkamayacağı önemli bir soru işaretidir. Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu Gayt ise, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, bu plana açıkça karşı çıkmak yerine, topu Filistinlilere atmıştır.

Hem darbeci Sisi yönetimindeki Mısır hem de ABD-İsrail ikilisinin bu meşum senaryosundaki “para musluğu” rolünü daha küçük bazı Körfez ülkeleriyle birlikte kendisine yakıştıran Suudi Arabistan, -muhtemelen kapalı kapılar ardında- Filistin liderliğini bu teslim planına “ikna” etmeyi vazife edinmiş görünmektedir. Bütün bunlara karşılık, başta Türkiye ve İran olmak üzere, Müslüman ülkelerin büyük çoğunluğunun bu teslim planına karşı çıktığını/çıkacağını ifade etmek mümkündür.

Mevcut durumda Filistin’e somut bir destek vermeksizin sadece söylem düzeyinde İsrail’i ve ABD’yi kınamak ya da müzakere yoluyla erişilecek iki-devletli çözüm formülünü tekrarlamak, sadece ve sadece bariz bir samimiyetsizliğin ve Filistinlileri kendi makûs talihlerine terk etmişliğin bir işareti sayılabilir.

Filistin’in ve Filistinlilerin dostları olarak bu ihanet planının arkasında hangi güçlerin olduğu hususunda sabah akşam nefesimizi tüketmektense, Filistin topraklarının sömürgeci-yerleşimci bir devlet olarak İsrail’den nasıl kurtarılabileceği hususuna kafa yormamız herhalde daha isabetli olacaktır. Dahası, Filistin sorununun diplomatik müzakere masasında çözülebileceği zannıyla iki-devletli çözüm mantrasını tekrar etmenin de, bundan böyle Filistinlilere hiçbir faydası olmayacaktır.

Ne İsrail’in ne de ABD’nin bu türden çağrılara kulak asmayacağı âşikârdır. Üstelik 1993’te başlayan Oslo müzakere süreci çerçevesinde İsrail ile Filistin arasında imzalanan anlaşmalara İsrail'in uymadığı herkesin mâlûmudur. Bu durum ortadayken, Filistin’e somut bir destek vermeksizin sadece söylem düzeyinde İsrail’i ve ABD’yi kınamak ya da müzakere yoluyla erişilecek iki-devletli çözüm formülünü tekrarlamak, sadece ve sadece bariz bir samimiyetsizliğin ve Filistinlileri kendi makûs talihlerine terk etmişliğin bir işareti sayılabilir.

Filistin sorununa âşinâ olanların bilmeleri beklenebilecek bir gerçek vardır ki, o da, bu sorunu çözmek için küresel sistem içinde bugün öne çıkmış olan hiçbir güçlü devletin elini taşın altına sokmayacağıdır. Nitekim Yüzyılın İhaneti’ne Avrupa kıtasından, Rusya, Çin ve Hindistan’dan gelen tepkiler, bunların plana açıkça karşı çıkmaktan uzak durduğunu gösteriyor.

Bilindiği üzere, I. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın değişik coğrafyalarındaki Müslüman toplumların kahir ekseriyeti sömürgeciliğin ve emperyalizmin kıskacı altına alınmıştı. Belki yüz yıldır bu toplumların ortak iradelerine ket vurmak için, başta, önce Britanya İmparatorluğu, ardından ABD olmak üzere, küresel tahakküm düzeninin önde gelen aktörleri İslam dünyasının yarı-bağımlılığını devam ettirmek için bu coğrafyaya yönelik pek çok doğrudan ya da dolaylı müdahalede bulunmuşlardır.

11 Eylül (2001) sonrasına sözüm ona “Teröre Karşı Savaş” söylemi altında bu emperyalist ve yeni-sömürgeci kıskaç âdeta İslam dünyasını bir bütün olarak “teslim almaya” yönelmiştir. Filistin sorununun geldiği noktayı bu parantezin dışında okumak, ne sorunun vahametinin anlaşılmasına ne de Filistin sorununa palyatif olmayan bir çözüm getirilmesine katkı sunabilir. Filistin sorununa âşinâ olanların bilmeleri beklenebilecek bir gerçek vardır ki, o da, bu sorunu çözmek için küresel sistem içinde bugün öne çıkmış olan hiçbir güçlü devletin elini taşın altına sokmayacağıdır.

Nitekim Yüzyılın İhaneti’ne Avrupa kıtasından, Rusya, Çin ve Hindistan’dan gelen tepkiler, bunların plana açıkça karşı çıkmaktan uzak durduğunu gösteriyor. Hatta birçoğu bu meşum planı “incelemeye değer gördüklerini” belirttiler. Bunların hiçbirisinin Filistinlilerin “haklı davası”nı destekleme adına, ABD, İsrail ya da güçlü Siyonist yapılarla ters düşmek istemediği iyi bilinmektedir. Üstelik önde gelen devletlerin hemen hepsinin bu aktörlerle -ABD, İsrail ve Siyonist yapılar- oldukça girift ilişkileri vardır; dahası, bunlar, İslam dünyasının güçlü bir blok olarak temayüz etmesini, kendi iktisadî ve jeopolitik çıkar ve stratejileri açısından oldukça “sakıncalı” görmektedir. O nedenle Filistin sorununu Müslüman aktörlerden başkasının çözebileceğini düşünmek safdillik olur.

İslam dünyası özgürleştikçe Filistin de İsrail’e karşı yeni mevziler kazanacak, Filistin’de kazanılacak yeni mevziler İslam dünyasına hem İsrail’e karşı hem de diğer “yıkıcı” uluslararası güçlere karşı yeni hamleler yapması için gerekli özgüveni ve hareket kabiliyetini verecektir.

MÜCADELENİN YOL HARİTASI

İslam dünyasındaki sorunların “anası” olan Filistin trajedisinin çözüm çerçevesini üçlü bir bağlam içinde görmek gerekir. Bu üçlü bağlamı şöylece tasnif etmek mümkündür: birincisi, Osmanlı Devleti’nin bölgeden çekilmesi sonrasında Filistin’in İngiliz manda yönetiminin gözetimi altında Yahudilerce sömürgeleştirilmesi; ikincisi, I. Dünya Savaşı sonrasında manda rejimlerinin kurulmasıyla başlayan süreçte Arap dünyasının yarı-sömürge durumuna düşürülmesi ve bugün de bu durumun fiilen devam etmesi; üçüncüsü, İslam dünyasının bir bütün olarak kendi ayağı üzerinde durmasının emperyalist güçlerin doğrudan ve dolaylı askerî ve siyasî müdahaleleri yoluyla engellenmesi. O nedenle, şu iddiayı ileri sürmek herhalde abartı sayılmamalıdır:

“Filistin’in kurtuluşu” ve “İslam dünyasının kurtuluşu” birbiri ile yakından ilişkilidir ve bundan da ötesi karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi içindedir. İslam dünyası özgürleştikçe Filistin de İsrail’e karşı yeni mevziler kazanacak, Filistin’de kazanılacak yeni mevziler İslam dünyasına hem İsrail’e karşı hem de diğer “yıkıcı” uluslararası güçlere karşı yeni hamleler yapması için gerekli özgüveni ve hareket kabiliyetini verecektir. İslam dünyasının tarihi uyanışının ve ayağa kalkışının en önemli karinesi, Filistin halkının Siyonist sömürgeciliğe karşı mücadelesinin hedefine ulaşması olacaktır. O halde, açıktır ki, “Filistin’in kurtuluşu” aynı zamanda “İslam dünyasının kurtuluşu” olacaktır.

Yukarıda sözü edilen üç düzlemdeki kurtuluş mücadelesi (Filistinliler, Arap dünyası, İslam dünyası) Trump’ın ihanet planına karşı izlenmesi gereken strateji konusunda bize bir yol haritası sunmaktadır. Sorunun çözümü hususunda bugünün “Düvel-i Muazzama”sından pek bir şey beklememek gerektiği aşikâr olduğuna göre, Yüzyılın İhaneti’ne karşı hem Filistinlilerin, hem Arap dünyasının, hem de daha genel olarak İslam dünyasının şu kapsamlı eylem planını vakit geçirmeden hayata geçirmesi gerekir: birincisi, Filistinlilerin aralarındaki siyasî bölünmüşlüğe son vererek İsrail’e karşı uzun soluklu bir direniş başlatması elzemdir; ikincisi, Arap Birliği’nin geçmişte İsrail'e karşı almış olduğu ambargo kararını bundan böyle sıkı bir şekilde uygulaması gerekir; üçüncüsü, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın İsrail’e karşı topyekûn ambargo kararı alması gerekir; dördüncüsü, Müslüman ülkelerin, “Barış İçin Birleşme” kararı çerçevesinde BM Genel Kurulu’nda İsrail’e karşı –kuşkusuz ‘tavsiye’ niteliğinde- kapsamlı bir ambargo kararı alınması için uzun soluklu bir diplomatik mücadele başlatması gerekir; son olarak, Müslüman ülkelerin Filistinlilere İsrail'e karşı mücadelelerinde bundan böyle gereken desteği vermelidir.

Filistin’in ve bilhassa Kudüs’ün esareti İslam dünyasının ortak acısı ve davasıdır. Kudüs’teki El-Aksa Camii Müslümanların ilk kıblesidir. “Etrafı mübarek kılınmış olan” Kudüs, Hazreti Peygamber’in miractaki ilk durağı olmuştur. Kudüs ve Filistin’e olan bağlılık ve muhabbet Müslüman kimliğinin aslî bir unsurudur ve dahası bu belde hem dinî, hem siyasî, hem de jeopolitik olarak Âlem-i İslam için bir hayat memat meselesidir. O nedenle, İslam dünyasına mensup aktörlerin -en başta devletlerin ve uluslararası örgütlerin- iş bu noktaya geldikten sonra hâlâ “ipe un sermeye” devam etmesi, söz gelimi, Yüzyılın İhaneti’ni sadece kuru bir “kınama” ile geçiştirmesi, Filistin’e ihanetler silsilesinin tabutuna çakılmış son çivi olacaktır.

İslam dünyasının bugün vakit geçirmeden elini taşın altına sokması ve harekete geçmesi gerekiyor. Şayet bundan sonra da işler “eski tas eski hamam” olursa, muhtemelen, bir zaman sonra ortada konuşulacak bir Filistin Sorunu bile olmayacaktır.

Editör: TE Bilisim