İnsanın beşeri ve sosyal sermaye düzeyini tam ölçen araçlar geliştirilinceye kadar bilgiyi ölçmeyi sürdürmek akıllıca bir yol olarak görünmektedir. Ölçümdeki eksikliğin, sınav dışı takdir mekanizmalarının komplikasyonlarından az olacağı söylenebilir.

ÖSYM başkanı olduğum günlerde yakın bir arkadaşımla telefonla konuşuyordum. Konuşmanın sonuna doğru “amcası, yanımda sana bir diyeceği olan birisi var, sabırsızlanıyor, telefonu kendisine veriyorum” diyerek, telefonu 2017 yılında üniversite sınavlarına hazırlanan kızına verdi. Telefondaki ses, eline şikâyet fırsatı geçirmenin heyecanı ve kaygı dolu bir sesle ve tüm arkadaşları adına “Ömer amca, üniversiteye giriş sınavını ne zaman kaldıracaksınız? Sınava hazırlanmaktan gençliğimiz gitti, hayatımız mahvoldu” deyiverdi. Üniversiteye hazırlanan gençlerin birçoğunun ruh halini özetleyen bir ifadeydi bu.

Ülkemiz pratiği bakımından görev veya pozisyonlara seçimde kayırıcılığın önlenmesi ve nesnelliğin sağlanmasında, yazılı sınavlar sözlü değerlendirmelere göre, merkezi sınavlar ise merkezi olmayanlara göre, bazı eksiklikler olsa dahi, daha yüksek düzeyde meşruiyete sahiptir.

“Aaa… haberin yok mu? Sana yetişmedi ama önümüzdeki yıldan itibaren üniversiteye giriş sınavını kaldıracağız, artık bu yıl son kez yapacağız” dedim. Kısa bir sessizlikten sonra biraz hayret biraz meraklı bir tonla “gerçekten mi, duymadıydım” dedi. “Henüz açıklanmadığı için duymamışındır. Ama bir sorun var onu çözmeye çalışıyoruz” dedim emin  bir tavırla. “Sınavı kaldırdıktan sonra üniversiteye girişteki yeni sistemi tam olarak belirleyemedik henüz. Onu da tamamlayınca bu kararı açıklayacağız. İsteyen herkesi istediği bölümde okutmak mümkün olmadığı için, yeni yöntemler üzerinde konuşuyoruz. ‘Orta öğretim okul notlarına göre yerleştirelim’ diyor bazı arkadaşlar; bazıları ise ‘üniversiteleri tümüyle paralı yapalım, çok para veren en iyi bölümlere girsin, madem talep yüksek ücreti de yüksek olsun’ diyor; bazıları ‘kura çekelim, lise mezun oranına göre önce illere kota koyalım, toplam kontenjan sayısı kadar illerden rastgele aday seçelim, sonra da onları yine noter huzurunda kurayla kontenjanlara yerleştirelim’ diyor. Bazılarının daha uç görüşleri var, ‘mezunların isimlerine göre yerleştirelim, mesela bu yıl lise mezunlarından adı A ve G arası harfler ile başlayanlar arasından kurayla yerleştirelim, sonraki yıllar diğerlerini’…” diye devam ettim. Kısa bir sessizlik oldu, şaka mı yapıyorum yoksa ciddi mi, ayrıştırmaya çalışmasıyla geçti belli bir süre. Muhatabım o kısa sürede ne düşündü bilemiyorum ama “Ömer amca siz yine de sınav yapın, bence daha iyi” diyerek telefonu babasına verdi.

Bu anekdot sınavlardan bunalan insanların “keşke sınav olmasa” serzenişlerinde sınavın olmaması halinde sınavın gördüğü işlevin yerine neyin ikame edileceğini pek düşünmediklerini güzel özetliyor.

Yaygın merkezi sınavlarda genelde beşeri sermayenin sadece bilgi boyutu ölçülür. Pozisyonların dağıtılmasında en azından bilgi stoku bakımından asgari bir seviyenin aranması, o bilginin öngörülen pozisyon için ne kadar gerekli olduğundan bağımsız olarak kitleler gözünde bir haklılık gerekçesi oluşturur.

AİLE BOYU SINAV

Sınavlar hayatımızın önemli bir bölümünde ne yapacağımızı veya ne yapamayacağımızı belirliyor. Sadece sınava giren adayların değil, onların aile ve yakınlarının hayatını da büyük ölçüde sınavlar yönlendiriyor, biçimlendiriyor. Birçok ailenin günlük hayat akışı içindeki ev içi işbölümü, dost ve akraba ziyaretleri, eğlence ve tatiller doğrudan veya dolaylı biçimde aile fertlerinin sınav programına göre ayarlanıyor. Bazı aile fertleri sınava katılıyor bazı aile fertleri de sınav sürecinde resmi olarak görev alıyor. Örneğin YKS sınavlarına yaklaşık 2,3 milyon  aday katılıyor, 350 bin kişi de sınavda görev yapıyor. Bu iki milyon adayın büyük çoğunluğunun aile fertlerinden en az biri de sınav günü lojistikte gönüllü olarak görevli. Yıl boyunca sınava hazırlık dönemlerinde de bazı aile büyüklerinin en kritik görevi, sınava hazırlanan aile bireylerinin hayatlarını kolaylaştırmak, onların çalışma zamanına göre diğer işleri planlamak oluyor. Ülkemizde merkezi sınavlar bu şekilde, nöbetleşe de olsa, her ailenin bir şekilde hayatına giren bir sosyal süreç. Belirli yaşlardaki kişiler bir araya geldiğinde hep sınav ve ilişkili konuları konuşuyorlar. Herkesin kendisi veya yakınları için unutulmaz bir sınav hatırası var. Çünkü iyi öğrenim veya iyi bir iş için bir şekilde merkezi sınavlarda yarışmak gerekiyor. Hangi evrede olursa olsun yarışma birilerine imkân sunarken birilerini de kenara iter. Yarışın doğasında var bu ve sonunda herkesin kazandığı bir yarış mümkün değil. Yarış, kazanma potansiyeli yüksek olanlar tarafından daha çok istenmekle birlikte, sonucun meşru görülmesine katkısı nedeniyle kazanamayanlarca da kabul görmektedir. Bu yüzden ülkemizde merkezi sınavlar günden güne yayılmakta, bir yandan “sınav cenneti olduk” gibi eleştiriler sıralanırken diğer yandan yeni sınavların hazırlık çalışmaları gerçekleştirilmektedir.

Sınav tabirinin başında “merkezi” sıfatının ülkemiz bakımından ayrı bir önemi vardır. Çünkü ülkemiz pratiği bakımından görev veya pozisyonlara seçimde kayırıcılığın önlenmesi ve nesnelliğin sağlanmasında, yazılı sınavlar sözlü değerlendirmelere göre, merkezi sınavlar ise merkezi olmayanlara göre, bazı eksiklikler olsa dahi, daha yüksek düzeyde meşruiyete sahiptir.

Güçlü sosyal sermaye, bir toplum içindeki az sayıda kişiyi çok etkili hale getirebilir. Bunun toplumun tümü için yararlı olması, bireylerin ortak değerlere olan sadakatine bağlıdır. 15 Temmuz kalkışması, ortak değerlerden ayrılıp kendine özgü ve gizli yapılar kurarak sosyal sermayesini oluşturan bireylerin, beşeri sermayeleri yüksek de olsa nasıl toplum için oldukça zararlı ve yıkıcı birer aktöre dönüşebildiklerini çok açık biçimde göstermiştir.

Aileler, ilk ve orta öğretim düzeyindeki sınavlarda başarılı olursa daha iyi okullarda okuma ve dolayısıyla iş sınavlarında da daha başarılı olma şansı yakalayacakları umuduyla çocukları için sınava hazırlık kursları peşinde koşuşturmaya ilkokul çağlarında başlamaktadır. Çocuğun bu “şansı” yakalayabilmesi, sınav konusunda “bilgili” ve “bilinçli” bir ailede doğması ile yakından ilgilidir. Şayet aile bu konuda yetersiz kalırsa imdada deneme sınavları yetişmektedir. Yarışlarda umut vadeden adaylar birileri tarafından tespit edilip daha ağır yarışlara hazırlanmak üzere seçilip “ödüllendirilmektedir”.

Sınav odaklı bu hayat akışının yarattığı yeni ekonomiyi, birçok kişinin bu yolla hayatını kazanmasını, hayatın olağan akışında içinde yaşadıkları insan grubu dışında özel seçilmiş bir grup içinde sürekli referans noktaları yükseltilerek motive edilmelerinin insanların ne derece başarılı veya mutlu olmalarına katkı sağladığını tartışmak kuşkusuz yararlı olur. Ancak bunu başka bir yazının konusu yapmak gerekir.

SINAV VE MEŞRUİYET

Açık uçlu, çoktan seçmeli veya sözlü olsun, sınav, bir toplumdaki işleri kimlerin yapacağını ve karşılığında ne alacağını belirlemek üzere insanoğlunun bulduğu en akılcı araçların başında gelir. İlk bakışta “hangi işleri kimler yapacak” sorusuna soyut bir ilke olarak “en layık olan” veya “durumu en uygun olan” cevabını vermek çok uygundur ama totolojik nitelik taşıdığı için içeriği boştur. Totolojik olmayan cevap “en layık olanın” belirlenmesinde izlenecek somut yolun betimlenmesidir. Farklı pozisyonlardaki insanların uzlaşma aradığı konulardaki soyutluk düzeyi arttıkça uzlaşmanın arttığı, yani soyutluk düzeyi artıkça uzlaşmanın kolaylaştığı, konu somutlaştıkça ihtilafların ve çatışmaların çoğaldığı çok iyi bilinen bir durumdur. Bu yüzden soyut kurallar üzerinde uzlaşmak çok zor olmaz. Herkes adalet, hakkaniyet, eşitlik sağlanması konularında tam bir mutabakat gösterir. Ama konu somut olarak neyin adalet veya hakkaniyet olduğuna gelince işler karışmaya başlar. Bu bağlamda konumuza dönecek olursak, bir işe veya pozisyona en çok layık olanın kim olduğunu belirlemede de insanlık yüzyıllar içinde farklı yöntemler denemiştir. Tarih boyunca, aşağı yukarı bütün toplumlarda, soyluların ve varlıklıların değerli toplumsal pozisyonlar için daha çok liyakatli görülmesi sık rastlanır bir durumdur. Soylu ve/veya varlıklı olanların toplumsal pozisyonları domine etmesi uzun zaman yaygın toplumsal taban bulmuş, meşru görülmüştür. Muhtemelen “koskoca kralın oğlu varken biz kim oluyoruz ki” duygusu, birçok yetenekli kişiyi tehlikeli çatışmalara karışmaktan korumuş, hayatlarını kurtarmıştır. Geçmişin kurallarının görece belirsiz olması nedeniyle güç ve statü kavgalarının şimdikinden daha zor olduğunu söyleyebiliriz. Ancak toplumsal pozisyonlar çeşitlenip arttıkça, dağıtılan pozisyonların uygun biçimde dağıtıldığının geniş kitleler tarafından kabullenilmesi eskisi kadar kolay olmamaktadır. Soyluluk ve servet yanında liyakat da pozisyon dağıtımında üzerinde büyük oranda uzlaşılan önemli soyut ilkelerden biridir. Ancak içinin nasıl doldurulacağı somuta inildikçe tartışmalı hale gelmektedir.

İnsanlık tarihi göz önüne alındığında, liyakati betimlemede kullanılan görece yeni araçların başında, alınan formel eğitim ya da sahip olunan bilgi düzeyi gelir. Bildiğini yeni kuşaklara aktarma anlamında eğitim ve tecrübe aktarımı insanlıkla yaşıttır ama asgari müfredatın herkese verildiği kitlesel eğitim çok yakın zamanların gerçekliğidir. Bu yüzden insanoğlu, yazının icadından sonra da, uzun zaman okuma yazma bilmeden, kitaba dayalı bir eğitim almadan yaşamıştır. Okuma yazma bilenler küçük bir azınlık olmuş, herkesin okuyup yazacağı bir eğitim sistemi uzun zaman gereksiz addedilmiş, sistematik bilgi edinme ve beceri geliştirme, imtiyazlı küçük gruplarla (çoğunlukla da dini özelliği olan) sınırlı kalmıştır. Eğitimin yaygınlaşması, toplumsal pozisyonlara adaylar arasında eğitimle birlikte kazanılan özelliklere bağlı seçim yapılmasını gündeme getirmiş, bunun sonucu olarak da eğitimle kazandırılan bilginin ölçülmesi için külliyatlı bir sınav kültürü ortaya çıkmıştır. Sınav kültürü ise ülkeler arasında farklılık göstermektedir. Bazı coğrafyalarda merkezi sınavlar daha çok ilgi görürken diğerlerinde eleme daha alt kademelerde yapılmaktadır.

İnsanların iş görme kabiliyetlerini ölçmede geliştirilen yöntemler, büyük oranda ölçekle ilişkili olarak meşruiyet kazanmaktadır. İki kardeşten hangisine hangi sorumlulukların verileceğine karar vermek isteyen aile büyükleri, bunun için başkaları tarafından yapılan bir sınava pek ihtiyaç duymaz. Ama onlarca kişinin taliplisi olduğu bir kamusal iş veya pozisyon için değerlendirme yapacaklar için aynı şey söylenemez. Bu yüzden eğitim kitlesellik kazandıkça daha çok kişi istenen vasıfları elde ettiğini düşündüğü için toplumsal pozisyon seçiminde meşruiyetin sağlanmasında, güvenilir sınavlar önem kazanmaya başlar.

HER ŞEYİ ÖLÇELİM DERKEN

İnsanların iş görme becerilerini sosyal ve beşeri sermaye olmak üzere iki ana grupta toplayabiliriz. Beşeri sermeye bilgi, beceri ve deneyimi, sosyal sermaye ise iş ve işlemlerde sabır ve sebat göstermeyi, sorumlulukların gereğini tam olarak yerine getirmeyi, güvenilir ve işbirlikçi olmayı,  beşeri sermayenin tam kapasite kullanımı için gerekli gayretin gösterilmesini ifade eder.

Toplumsal pozisyonları herkesi memnun edecek ve taraflar üzerinde kargaşa ve gerginlik yaratmayacak sınav dışı bir yöntemle dağıtmak mümkün müdür? Yüksek vasıf gerekmediği düşünülen pozisyonlar için kura çekmek görece uygun bulunan bir yöntemdir. Ancak adaylarda aranan vasıflar karmaşıklaştığında kura çekmenin meşruiyet algısı düşmeye başlar.

Yaygın merkezi sınavlarda genelde beşeri sermayenin sadece bilgi boyutu ölçülür. Pozisyonların dağıtılmasında en azından bilgi stoku bakımından asgari bir seviyenin aranması, o bilginin öngörülen pozisyon için ne kadar gerekli olduğundan bağımsız olarak kitleler gözünde bir haklılık gerekçesi oluşturur. Bu yüzden içeriğinin ne işe yaradığından bağımsız olarak bireyler kendilerini sıralayan merkezi sınavlara hazırlanmakta çok sorun görmezler. Aslında bu durum eğitim öğretimin tüm aşamalarında kısmen gündeme gelir. Müfredatta yer alan konular için “hayatta ne işimize yarayacak” sorgulaması eğitimin ve ona bağlı olarak yapılan sınavların her aşamasında görülebilir. Bazı müfredat bilgileri geçmiş toplumların ihtiyaçlarına göre yapılandırıldığı için müfredat ve sınav içeriğinin değişimi daima arkadan gelir. İdeal olan, sadece bir toplumsal pozisyon için gerekli olan beşeri ve sosyal sermaye düzeyinin ölçülmesidir ama bunun mümkün olmaması halinde, pozisyonla bağlantısı tam olarak kurulamasa da, kitlelerin çerçevesi tanımlanmış herhangi bir bilginin bile ölçülmesine razı olduğu görülür. Çünkü ölçülen bilginin, en azından insanlar arasındaki sıralamada “nesnel” denebilecek bir ölçüt sunduğu düşünülür. Bu yüzden ülkemizde de eğitime ve işe girişte eleme ve sıralama sınavları, diğer seçme sistemlerine göre daha çok meşruiyet zemini bulmaktadır. Çünkü en nesnel seçme yöntemlerinden biri olan asgari şartları taşıyanlar arasından kura çekmede, bireyin iradesinin hiçbir rolü yokken, sınavda irade devreye girmekte, odaklanma, çalışma ve disiplin sayesinde bireyler diğerleri ile yarıştıklarını görmektedirler. Pozisyonlar sınır ve talep yüksekse sınavlar da çetinleşmektedir. Herkesin başardığı sınav, yarışan bireylere bir imkân sunmadığı için kıt pozisyonlar için yapılan sınavlar gittikçe zorlaşmaktadır. Sınav zorlaşınca birey üzerindeki baskı daha da artmaktadır.

Sosyal ve beşeri sermaye tanımlarından anlaşılacağı üzere yetenekli, eğitimli ve deneyimli olmak iyi bir birey, iyi bir vatandaş hatta iyi bir insan olmakla aynı şey değildir. Yüksek beceri, iyi eğitim ve yeterli deneyim gerekli olmakla birlikte; güven, birlikte çalışma arzusu, dayanışma ve güzel ahlak olmadan içinde yaşanılan toplum için bireyin üretim kapasitesini tam olarak gerçekleştirmesi mümkün olmaz. Hatta sosyal sermaye unsurları olmadan gelişmiş beşeri sermaye unsurları bireyi diğer insanlar gözünde yapıcı değil tersine kendisine karşı tedbir alınması gereken yıkıcı bir aktöre dönüştürebilir. Bu duruma örnek olarak çağdaş toplumlarda, ancak üstün yetenekli ve iyi eğitimli kişilerce işlenebilen beyaz yakalı suçların zamanla artış göstermesi verilebilir. Bir bireyin içinde yaşadığı toplumda saygı görebilmesi için, sahip olduğu yetenekleri, öğrendiği bilgileri ve tecrübesini içinde yaşadığı topluluğun aleyhine kullanmayacağını da göstermesi beklenir. Bu, bir arada yaşamanın zorunlu gereği olarak görülebilecek nitelikte her bireyde aranan bir sosyal sermaye unsurudur. İş ahlakı zayıf iyi bir mühendisin şirket sırlarını başkalarına vermek suretiyle çalıştığı şirkete ne zaman nasıl zarar verebileceği önceden bilinemez.

Güçlü sosyal sermaye, bir toplum içindeki az sayıda kişiyi çok etkili hale getirebilir. Bunun toplumun tümü için yararlı olması, bireylerin ortak değerlere olan sadakatine bağlıdır. 15 Temmuz kalkışması, ortak değerlerden ayrılıp kendine özgü ve gizli yapılar kurarak sosyal sermayesini oluşturan bireylerin, beşeri sermayeleri yüksek de olsa nasıl toplum için oldukça zararlı ve yıkıcı birer aktöre dönüşebildiklerini çok açık biçimde göstermiştir.

Bireyin sahip olması beklenen özelliklerinin tutum tarafını temsil eden bu sosyal sermayenin, sosyal pozisyonların gerekliliklerini yerine getirmede hayati öneme sahip olmasına rağmen, kalabalık kitlelerin katıldığı merkezi sınavlarla ölçülmesi pek mümkün değildir. Bu konularda sınav yapmak mümkün olsa bile, çok iyi bilgi, beceri ve deneyimi olan birisinin bu sermayesini ihtiyaç olduğunda gerektiği ölçüde ve gerektiği şekilde kullanıp kullanmayacağını “önceden” ölçmek oldukça zordur, hatta imkansızdır. Bir kişiye bir sorumluluk verildiğinde onu ne düzeyde yerine getirip getiremeyeceğini, başkalarının ölçmesi bir yana kendisinin dahi tam olarak bilebilmesi mümkün olmayabilir. Zira toplumsal görevlerde kişiler gelişir, değişip dönüşebilir; yani taç giyen baş zamanla uslanabilir. Bunu öğrenmenin bilinen en kesin yolu, kişilerin makul bir süre denenmesidir. Bu yüzden görev riski az, aday sayısı da uygunsa bazı görevlerin sırayla el değiştirmesi makul bulunmaktadır.

Sonuç olarak, merkezi sınavların beşeri sermayenin sadece bilgi boyutuyla sınırlı olması, sınavlarda beceri ve deneyimin ölçümüne pek yer verilmemesi, sosyal sermeyenin ise hiçbir şekilde dikkate alınmaması, sosyal pozisyonlara en uygun kişilerin seçilmesinde bu sınavlardan beklenen olumlu sonucun alınmasını engelleyebilir. Bu tespitten yola çıkarak mevcut sınavların kaldırılmasını savunmak uygun olur mu? İnsanların beşeri ve sosyal sermaye düzeylerini tam olarak ölçen araçlar geliştirilinceye kadar hiç olmazsa bilgilerini ölçmeye devam etmek daha akıllıca bir yol olarak görünmektedir. Bilgi ölçümündeki eksiklikler veya yanlılıkların, sınav dışı takdir mekanizmalarının olası komplikasyonlarından daha az olacağı söylenebilir. Bunu nerden mi biliyoruz? Sosyal rol ve pozisyon dağılımında diğer değerlendirme yöntemlerine göre daha çok fırsat sunduğu düşünüldüğü için maşeri vicdanda merkezi sınavlar lehine oluşan yüksek meşruiyetten. Bunun testini, merkezi sınavlardan şikayette bulunan adaylara bu sınavlardan tümüyle vazgeçilmesini talep edip etmediklerini sorarak yapabilirsiniz. Muhtemelen size, baştaki anekdota konu kızımız gibi, ya aynen devam edilmesi veya daha iyi ölçen bir sınavın yapılması gerektiğinden bahsedeceklerdir.

Editör: TE Bilisim