Doç. Dr. Tuğçe Ersoy Ceylan
İstanbul, AA
İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tuğçe Ersoy Ceylan, İsrail'deki askerlik tartışmalarını ve toplumsal bölünmeyi AA Analiz için kaleme aldı.
***
İsrail’de askerlik, bir vatandaşlık yükümlülüğünün ötesinde, ideolojik bir sadakat testi, toplumsal bir eşitlik ölçütü ve siyasal bir çatışma alanıdır. Devletin kuruluşundan bu yana zorunlu askerlik, ortak tehditlere karşı ulusal birliğin simgesi olarak görülmüştür. Ancak zamanla bu birlik miti, derin dinsel, sınıfsal ve ideolojik ayrışmalar karşısında sarsılmaya başlamıştır.
Haredim ve askerlik muafiyeti: İstisna mı, ayrıcalık mı?
Haredi toplumunun erkek bireyleri, yeşiva eğitimi gerekçesiyle askerlikten muaf tutuluyor. Bu durum, özellikle seküler Yahudi toplumu içinde büyük bir adaletsizlik duygusu yaratıyor. Devletin bekası için bedel ödeyenlerin sadece bir kesim olduğu algısı, toplumsal eşitlik ilkesini sarsıyor. “Kimi dua ediyor, kimi kan döküyor” söylemi, bu rahatsızlığın halk arasındaki ifadesi haline gelmiş durumda.
Bu muafiyetin korunması, sadece dini gerekçelerle değil, siyasi dengelerle de ilgili. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun başını çektiği koalisyon hükümetleri, Haredi partilerin desteğine bağımlı olduğundan, bu ayrıcalığın yasal olarak kaldırılması sürekli erteleniyor. Ancak 7 Ekim sonrasında toplumun çok daha geniş kesimlerinin askere çağrılması ve Haredi gençlerin muafiyetini korumaya devam etmesi, bu eşitsizliğin daha da görünür hale gelmesine yol açtı. Dolayısıyla askerlik artık sadece bir yükümlülük değil, aynı zamanda ayrıcalığın ve dışlanmışlığın haritasını çizen bir alan haline geldi.
Vicdani ret: İşgale ortak olmayı reddetmek
İsrail’de askerlik karşıtı hareket, özellikle 1980’lerden itibaren Batı Şeria ve Gazze’deki askeri uygulamaları ahlaki olarak reddeden gençlerle birlikte güç kazanmıştır. Vicdani retçiler, işgal altındaki topraklarda görev almayı reddederek hem devletin militarist politikasını hem de onun uluslararası hukukla çelişen uygulamalarını sorguluyor.
Bu bağlamda, 2004 yılında kurulan "Breaking the Silence" (BtS-Şovrim Ştika) adlı sivil toplum kuruluşu, görevlerini tamamlamış askerlerin, Filistin topraklarında bizzat tanık oldukları şiddet, aşağılayıcı uygulamalar ve hukuksuzlukları ifşa etmelerine alan açıyor. BtS’nin yayımladığı tanıklıklar, İsrail ordusunun rutin haline gelmiş pratiklerinin nasıl sistematik bir işgal mimarisine dönüştüğünü ortaya koyuyor. Tanıklıkların ortak noktası, şiddetin “istisnai” değil, kurumsallaşmış ve gündelik bir biçimde işlendiğidir. Örneğin bir asker, Hebron’da gece baskınlarında sivillerin korkutulmasının “caydırıcılık taktiği” olarak emir verildiğini; başka biri, yaşlı bir Filistinlinin evinin “eğitim amaçlı arama” bahanesiyle defalarca basıldığını anlatır. Bu anlatılar, askerlik hizmetinin yalnızca bir güvenlik görevi değil, aynı zamanda işgal rejiminin sürdürülebilirliği için inşa edilmiş ideolojik bir işleyiş olduğunu gösteriyor.
BtS’nin bu gibi tanıklıklarla yalnızca devletin militarist söylemine değil, toplumun içindeki suskunluk kültürüne de meydan okuduğunu söylemek yanlış olmaz. İsrail’deki belli kesimlerse bu örgütü “hain” olmakla suçluyor. Bu, askerliğin bir sadakat testi olarak görüldüğünü açıkça ortaya koyuyor. Vicdani retçiler ve BtS üyeleri arasındaki fark, biri savaşmayı henüz askere gitmeden reddederken, diğerinin yaşadıkları üzerinden tanıklık yoluyla gecikmeli bir reddiye inşa etmesidir. Her iki durumda da ortaya çıkan şey, İsrail toplumunun geniş kesimlerinde “normal” olarak kabul edilen militarist yapının aslında sürekli yeniden üretilen ve sorgulanması gereken bir şiddet düzeni olduğudur.
Vicdani ret hareketi yalnızca eski askerlerin tanıklıklarıyla değil, genç kuşakların aktif direnişiyle de güç kazanıyor. Özellikle kadınların öncülüğünde kurulan reddeden kadınlar (Mesarvot) platformu, zorunlu askerliği yalnızca bireysel bir etik tercih değil, toplumsal cinsiyet ve militarizm ilişkisi üzerinden politik bir mesele olarak yeniden tanımlıyor. Mesarvot üyeleri, işgal altındaki topraklarda görev almayı reddetmenin yanı sıra, İsrail’de iyi yurttaşlığın askerlikle eş anlamlı hale gelmesine de itiraz ediyor. Böylece vicdani ret, hem işgal rejiminin hem de devletin militarist yurttaşlık tahayyülünün sorgulanması haline geliyor.
7 Ekim sonrası yeni bir kriz: Kime karşı savaş?
Hamas’ın 7 Ekim saldırıları sonrasında İsrail toplumunda büyük bir travma yaşandı. Bu saldırıya karşılık olarak başlatılan operasyon, geniş çaplı bir seferberliğe yol açtı. Ancak bu süreç Gazze’de sivillerin katledildiği bir etnik temizliğe dönüşünce bazı gençler sosyal medyaya celp kâğıtlarını yırtarak savaşa katılmayacaklarını ilan ettikleri videoları yüklemeye başladı. Bu eylemler, sadece bireysel bir direniş değil; savaşın etik ve politik meşruiyetine doğrudan bir meydan okumadır. Bu grupların reddiyelerinin, temelde üç gerekçeye dayandığı öne sürülebilir:
Birinci gerekçe "ahlaki rettir". "Ahlaki ret", Gazze’de sivillere yönelik yürütülen yıkıcı askeri operasyonları reddetmek olarak ifade edilebilir. İkinci gerekçe ise, "ideolojik karşıtlıktır". Bu ise, İsrail’in Filistin topraklarındaki varlığını işgal olarak gören ve bu yapıya hizmet etmeyi reddeden sol eğilimli gençleri ifade eder. Üçüncü gerekçe ise "sistem eleştirisi"dir. Askerliğin yalnızca alt ve orta sınıf gençler için “zorunlu” hale gelmesini, Haredim için ise bir tercihe dönüşmesini protesto eden sınıfsal bir karşı çıkıştır. Bu reddiyeler, askerlik kurumunun artık tüm topluma hitap eden bir “ortak zeminden” çok, devletin ideolojik dayatmalarının ve eşitsizliklerinin simgesi haline geldiğini gösteriyor. Bu gençlerin pozisyonunun, klasik vicdani reddin ötesinde, savaşın politik gerekçelerine karşı çıkışla birleşen bir direniş biçimi haline geldiğini söylemek yanlış olmaz.
Yerleşimci askerler: Devletin içindeki devlet
İsrail ordusu, uzun yıllardır işgal altındaki Filistin topraklarında kontrol, tahakküm ve demografik mühendislik işlevleri yürütüyor. Bu alanlarda görev yapan askerlerin önemli bir kısmı, özellikle radikal yerleşimci ideolojisine yakın kişiler.. Bu askerler teolojik-milliyetçi bir motivasyonla hareket ediyorlar. Yerleşimci askerlerin bazıları, askeri görevlerinin ötesine geçerek paramiliter pratiklere yöneliyor. Filistin köylerine yönelik “misilleme saldırıları” (esasında pogromlar), kontrol noktalarında keyfi uygulamalar, sivil alanlarda silahlı devriye faaliyetleri, bu kesimin gündelik rutininin parçası haline gelmiş durumda.
Bu militarist yerleşimci ideolojinin devletin iç güvenlik aygıtına doğrudan sızdığı en açık örnek ise, aşırı sağcı politikacı Itamar Ben-Gvir'dir. Kendisi radikal yerleşimci hareketin bir ürünü ve Meir Kahane’nin yasaklı Kach partisinden ilham almış bir isim. Ben-Gvir, koalisyonda Ulusal Güvenlik Bakanıydı ve polis güçleri ile sınır güvenliğinden sorumluydu. 7 Ekim saldırıları sonrası Ben-Gvir, Batı Şeria’daki yerleşimcileri güvenlik ordusu olarak örgütlemeye çalıştı. Bu tutum, resmi güvenlik yapısı ile militan yerleşimci şiddeti arasındaki sınırları iyice bulanıklaştırdı. Ayrıca açıkça etnik temizlik demekten kaçınsalar da Ben-Gvir ve destekçileri Filistinlilerin Gazze’den kitlesel olarak sürülmesini meşru ve gerekli görüyor. Bu da fiilen bir tehcir politikası anlamına geliyor.
Ben-Gvir’in temsil ettiği çizgi, yalnızca askeri şiddeti meşrulaştırmakla kalmıyor; aynı zamanda vicdani retçiler, sol muhalefet ve Filistinli Arap yurttaşlar üzerinde baskı kuran otoriter bir güvenlik rejimi inşa etmeye çalışıyor. Bu da orduyu, halkı temsil eden bir kurum olmaktan çıkarıp, ideolojik olarak parçalanmış, rejimin bekçiliğini yapan bir aygıta dönüştürüyor.
Bugün aynı İsrail ordusu (IDF) çatısı altında, hem Gazze savaşını reddeden gençlerin hem de “Gazze’yi boşaltın” diyen yerleşimci askerlerin bulunması, ordunun sadece askeri değil, ahlaki ve politik meşruiyetinin de ciddi biçimde erozyona uğradığını gösteriyor. Zorunlu askerlik, modern ulus-devletin eşit yurttaşlık anlayışının temel taşlarından biri olarak görülür. Ancak İsrail örneğinde bu temel taş hem ideolojik hem de yapısal nedenlerle çatlamış durumda. Bu durum, askerliği ortak bir görev olmaktan çıkardığı gibi İsrail toplumunun ideolojik olarak ne kadar parçalanmış olduğunu gösteriyor ve devletin kendisini kimin üzerinden inşa ettiğini sorgulatıyor.
[Doç. Dr. Tuğçe Ersoy Ceylan, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir.]
* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.