Bir toplumun geleceğini anlamak için ekonomisine değil, hikâyelerine bakılır.
Hangi hikâyeleri anlatıyoruz? Hangi değerleri koruyoruz? Ne kaybettik, neyi saklı tutuyoruz?
Türkiye bugün dizi ve film endüstrisiyle dünyada büyük bir görünürlük elde etti.
Yapımlarımız onlarca ülkede izleniyor, oyuncularımız uluslararası bilinirlik kazanıyor, mekânlarımız popüler kültürün fonuna dönüşüyor.
Bu, elbette önemli bir başarı.
Fakat sormaktan korkmamamız gereken soru şudur:
Bu görünürlük kültürümüzü büyütüyor mu, yoksa tüketiyor mu?
Amerika Hikâye İhraç Ediyor, Biz Görünürlük Peşindeyiz
Amerika’nın sinema ve dizi sistemi yalnızca eğlence değil, küresel bir güç ve ideolojik hegemonya aracıdır.
Hollywood film satmaz; düşünce satar.
Dizi ihraç etmez; jeopolitik algı ihraç eder.
Türkiye’nin modeli ise çoğu zaman:
- Reyting,
- Popülerlik,
- Sosyal medya ekonomisi,
- Hızlı tüketim
üzerine kurgulanmış durumda.
Biz görünür oluruz;
Amerika yön verir.
Bu fark, kültürel kader farkıdır.
Dizi ve Film Üretimindeki Ortak Çıkmaz
Dizilerde haftalık 120–150 dakikalık bölüm zorlaması,
Filmlerde yetersiz fon ve araştırma eksikliği,
Sektörü ortak bir çıkmaza sürüklüyor.
Sonuç:
- Karakter derinliği kayboluyor
- Senaryo yüzeyde kalıyor
- Estetik ve düşünsel omurga zayıflıyor
- Hikâye yerine hızlı tüketim içeriği üretiliyor
İzlenen çok,
İz bırakan az.
Ama Bugün Ekranlar Neyi Anlatıyor?
Lüks rezidans hayatları,
yapay ihtişam ve tüketim estetiği,
şiddetin duygusal malzeme haline getirildiği sahneler,
çarpık ilişki modellerinin normalleştirildiği senaryolar,
sadakatin değersizleştirildiği, vefanın hafife alındığı kurgu dünyalar,
insanın insana güveninin yok sayıldığı çatışmalar,
dürüst olmanın aptallık gibi gösterildiği hikâyeler,
ahlaki duruşun cezalandırıldığı, kurnazlığın ödüllendirildiği karakter yapıları,
toplumsal hafızadan kopuk, köksüz ve kimliksiz karakterler…
Aşk artık emek değil, hız.
İlişki bağ değil, gösteri.
Aile güven değil, savaş alanı.
Dostluk sadakat değil, çıkar ortaklığı.
Çaba değil, manipülasyon kazandırıyor.
Gerçeklik böyle mi?
Bu kültürün hakikati bu mu?
Bu Coğrafyanın Gerçek Hikâyesi Nerede?
Bu topraklar:
- sözlü kültürün,
- türkülerin ve ağıtların,
- göç yolları ve gurbet hikâyelerinin,
- üretim kültürü ve imecenin,
- Ahilik ve lonca düzeninin,
- ustalık–çıraklık terbiyesinin,
- alın teri ve helal lokma ahlakının,
- inanç katmanlarının,
- doğayla kurulan kadim ilişkinin,
- komşuluk hukukunun,
- güven, sevgi, sadakat, vefa ve dayanışmanın coğrafyasıdır.
Bu ülkenin gerçek hikâyesi:
Paylaşmanın, sözün ağırlığının, insanın insana emanet oluşunun hikâyesidir.
Ama ekranlar başka bir dünya kuruyor.
Ve biz susarsak, o kurgu gerçek olur.
Anlatmadığımız her değer, sessizce tarihten düşer.
Bir millet hatırladığı kadar yaşar.
Sürdürülebilir Kültür İçin Sürdürülebilir Hikâyeler
Gerçek çözüm bellidir:
- Daha kısa ve yoğun bölümler,
- Senaryo geliştirme destekleri,
- Akademi–sektör işbirliği,
- Yerel kültür ve kimliklerin görünürlüğü,
- Derinlikli ve araştırmalı üretim,
- Popülerlik değil hikmet odağı
Çünkü kültürü büyüten hız değil, derinliktir.
Kalıcı olan duygu değil, hafızadır.
Demem o ki;
Türkiye bugün bir kavşakta duruyor.
Bir yol popülerlik getirir, görünürlük sağlar fakat kültürü eritir.
Diğer yol hafızayı güçlendirir, kültürü büyütür, geleceği inşa eder.
Biz neyi seçiyoruz?
İzlenmek mi?
Yoksa iz bırakmak mı?
Gerçek soru budur.
Ve cevabı yalnızca sanatın değil, bir milletin kaderidir.
Bir millet hikâyesiyle yaşar.
Hikâyesi biterse kendisi de biter.
Ama hikâyesini cesaretle anlatırsa,
tarihin öznesi olur.




