Doç. Dr. Furkan Kaya / İSTANBUL, AA
Yeditepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Furkan Kaya, Gazze’deki ateşkes anlaşmasının uygulanmasında garantörlük mekanizmasının önemini ve Türkiye’nin rolünü AA Analiz için kaleme aldı.
***
Gazze soykırımının ikinci yılını aştığı ve bölgenin büyük bir felaket eşiğine geldiği bir dönemde, Türkiye, ABD, Mısır ve Katar’ın arabuluculuğunda 10 Ekim Cuma günü ilan edilen ateşkesle, iki yılı aşkın süredir devam eden şiddet ilk kez kapsamlı biçimde durma noktasına geldi. Anlaşmaya göre, İsrail üç aşamalı çekilme planını hayata geçirecek. Buna göre esir-tutuklu takası gerçekleştirilecek, insani yardımların acil ve düzenli biçimde girişi sağlanacak ve geçiş yönetimine ilişkin çerçeve kalıcı plana bağlanacak. İlk 48 saatte Gazze şehir merkezine sınırlı dönüşlerin başladığı görülse de sürecin kırılgan ve olası ihlallere açık olduğu da aşikâr.
Gazze’ye günde 600 tır: Yaşam hattı açılıyor
Planın en kritik maddelerinden biri, günlük yaklaşık 600 tırlık insani yardımın bölgeye ulaşmasıdır. Bunların 200’ünün Mısır tarafındaki Refah Kapısı’ndan girmesi öngörülmektedir. Son değerlendirmelere göre, Gazze’ye acilen sokulması gereken temel ihtiyaçların toplamı yaklaşık 172 bin ton düzeyindedir. En az yardım miktarı kadar önemli başka bir husus da su arzıdır. Gazze’de kişi başına düşmesi gereken günlük su miktarı normalde 83 litre iken, fiilen 3,5 litrenin altına inmiş durumdadır. Bu miktar yalnızca içme suyu değil, yemek hazırlama ve temel hijyen için de kullanılmak zorundadır. Öte yandan İsrail’in iki yılda altyapıyı ağır bombardımanlarla tahrip etmesi, bulaşıcı hastalık riskini artırmakta ve insan sağlığını tehdit etmektedir.
Kırılgan barışa karşı panzehir: Bağlayıcı garantörlük
Gazze’yi bir sonraki saldırı döngüsünden koruyabilecek en etkili güvenlik mimarisi, askeri, siyasi ve ekonomik boyutları olan bir "garantörlük" sisteminin ciddiyetle uygulanmasıdır. Tarihsel deneyim, İsrail-Filistin hattındaki her "barış" evresinin, taraflar arası güvensizlik sürdükçe, yeni şiddet senaryolarının muhtemel olduğunu gösteriyor. Siyonist ideolojinin sert yorumlarına göre Filistin devletine alan tanımayan, Kudüs’ün kutsal mekânlarını yeniden düzenlemeyi hedefleyen aşırıcı okuma biçimleri, sahadaki şiddet riskini artırmaktadır. Bu nedenle meydan okunamayacak bir denetim-yaptırım çerçevesine sahip, net ve tarafsız bir garantörlük mekanizması, sahadaki ihlallerin önüne geçebilmek için elzemdir.
Blair faktörü ve Balfour gölgesi
Şarm el-Şeyh’te yapılan toplantıda Türkiye, ABD, Mısır ve Katar’ın çekirdeğini oluşturduğu yapı, ilk aşamada ateşkesin izlenmesi, esir takası ve yardım koridorlarının güvenliğini üstlenecektir. Bununla birlikte, ABD Başkanı Donald Trump’ın 21 maddelik "Gazze Planı" barışın kalıcı olacağı iddiasını taşırken, Gazze’de yeni bir "mandavari" idari modele kapı aralayabileceği tartışmalarını da beraberinde getiriyor. Planın taslağında, Hamas’ın anlaşmayı ihlali hâlinde İsrail’e yeniden operasyon alanı tanınırken, İsrail kaynaklı ihlaller için simetrik ve bağlayıcı bir yaptırım öngörülmemektedir. 2003 Irak Savaşı’nın mimarlarından eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’e geçiş dönemini yönetmek üzere görev verilmesinin düşünülmesi, geçmişteki Birleşik Krallık rolünü ve 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’nu hatırlatan itirazları da güçlendirmektedir. Bu nedenle, geçiş idaresinin meşruiyet, yerel kabul ve hesap verebilirlik ilkeleri üzerine oturtulması kritik önemdedir.
Teknokrat yönetim mi, vesayet mi?
Benzer riskler Osmanlı sonrası dönemin bazı kırılgan anlaşmalarını akla getirmektedir. Mondros Mütarekesi ve Sevr düzeni, egemenliği fiilen budayan "geçici" formüllerin kalıcı sonuçlar doğurduğu tecrübeler olarak anılmaktadır. Bugün Gazze’de "Filistinli teknokratlardan oluşacak bir yönetim" ifadesi dillendirilirken, yönetim ağırlığının Filistinlilerde olup olmayacağına dair soru işaretleri sürüyor. Eğer karar süreçleri büyük ölçüde dış aktörlerin inisiyatifine bırakılırsa, ortaya çıkacak modelin egemen bir Filistin idaresi değil, uluslararası kontrol altında yarı-protektora bir yapı olması riski vardır. Bu durumda Gazze’nin "uluslararası bölge" statüsüne doğru evrilmesi, Filistin meselesinin diplomatik alanda aşınmasına yol açabilir.
Fatin Rüştü Zorlu mirası: Caydırıcılık ve kurucu rol modeli
Bu tartışma, Türkiye’nin Kıbrıs tecrübesiyle karşılaştırmalı okutulabilir. Uluslararası hukuka dayanarak 1958-59 Zürih ve Londra antlaşmaları ile kurulan garantörlük düzeni, yıllar içinde tüm sorunlara rağmen Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından kritik bir bariyer işlevi gördü. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun taksim çizgisini ve Türk Mukavemet Teşkilatının (TMT) Ada'da EOKA terör örgütüne karşı örgütlenmesini savunduğu hatırlatıldığında, Ankara’nın tarihsel tecrübesinin bölgesel krizlerde caydırıcı ve kurucu bir rol oynayabildiği görülür. Bugün de "iki devletli çözüm" perspektifi, Ada'daki Türk askerinin varlığıyla güvence görmektedir. Osmanlı Kıbrıs’ı 307 yıl, Gazze’yi 400 yıl yönetti. Bu bağlamda Kıbrıs politikası, Gazze garantörlüğü için ilham alınabilir.
Askeri ağırlığı düşük, kurumsal etkisi yüksek aşamalı garantörlük
Buradan hareketle Türkiye, Gazze’de de aşamalı bir garantörlük yaklaşımıyla katkı sunabilir. İlk etapta "siyasal-ekonomik garantörlük" ve "sınırlı uzmanlık katkısı" çerçevesinde, yönetim kapasitesinin güçlendirilmesi, güvenlik-sivil idare ayrımının netleştirilmesi ve yardım-yeniden inşa süreçlerinin şeffaflaştırılması mümkündür. Birleşmiş Milletler (BM) gözetiminde Gazze’de kolluk kuvvetlerinin eğitimi, kıyı gözetiminde insansız hava araçlarıyla teknik destek, sağlık ve lojistik modüllerinin işletilmesi, askeri ağırlığı düşük, kurumsal ağırlığı yüksek bir modelle kademeli olarak ilerleyebilir. Böylesi bir çerçeve, hem sahadaki ihlalleri caydırır hem de geçiş yönetiminin yerel meşruiyet kazanmasına, dolayısıyla kalıcı barışın altyapısının kurulmasına hizmet eder.
Gazze ateşkesi, insani yardımın sürekliliği, esir-tutuklu takasının eksiksiz tamamlanması ve İsrail’in haritalanmış hatta doğrulanabilir çekilmesiyle anlam kazanacaktır. Geçiş yönetiminin tasarımı "vesayet" algısını güçlendirmeyecek, tersine yerel temsil ve hesap verebilirliğe dayanacak şekilde kurgulanırsa, kırılgan sürecin kalıcı bir güvenlik düzenine evrilmesi mümkün olabilir. Türkiye’nin tarihsel tecrübesi ve bölgesel kapasitesi, bu dengeyi kurabilecek az sayıdaki aktörden biri olduğunu göstermektedir.
[DOÇ. DR. FURKAN KAYA, Yeditepe Üniversitesi Öğretim Üyesidir.]
*Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.