Evimizin balkonunu saksı çiçekleriyle doluydu. Karantina günlerinin ev hapsinin bol zamanı, seksen yıla yaklaşan ömrümde ikinci çiçek merakını uyandırdı.

Sekiz yaşında hayvan derisinden dikilen çarıktan kurtuluşu yaşadım. Evin büyüğü olan amcamın getirdiği kara lastik ayakkabı ayağıma tam uyudu. Lastiklerime baka baka evin içinde turlar attım. Sonra içimden Yeşiltepe’ ye kadar koşmak geldi. Dış kapıyı açtığımda öylesine zifiri bir karanlık vardı ki, korkudan hemen içeri girdim. Ayakkabılarımı da yanıma alarak yatağıma gömüldüm.

Uyandığımda güneş Canik Dağları’nı çok aşmış, köyün tepelerini aydınlatmıştı. Anamın diktiği pantolonu giydim, gömleğimi sırtıma geçirdim, yağmur sonu su birikintilerine, çamurlara basa basa koşarak köyün en aşağısındaki Tanyeri’ne indim. Komşu köyün yolunu izleyerek Kınalık tepesine kadar çıktım. Yeni gövermiş meşelerin altında mor menekşeleri, şebneminde parıldayan güneşin yansımamalarına daldım.

Birden köpek seslerinden köyün uzaklarında olduğumu fark ettim. Çocuksu korkuyla olanca hızımla koşarak köye döndüm. Eve geldiğimde, terden gömleğim sırılsıklam olmuştu. Anam elini sırtımda gezdirdi, sonra çamurlarını temizlemeye çalıştığım lastik ayakkabılarıma baktı, koşup içerden gömlek getirdi, ıslak gömleğimi çıkardı, havluyla gövdemi kurttu, yeni gömlek giydirdi. Büyük cevizin dibimde akan suda lastik ayakkabılarımı yıkadı; içlerini eski bir bezle kuruladı.

İlkokulu bitirip köyden ayrıldıktan sonra, doğduğum topraklarda o bahar sabahında, göğermiş meşelerin diplerinde şebnemlerinde güneşle oynaşan mor menekşelerin özlemi her zaman diri kaldı.

Yetmiş yıl sonra, karantina günlerinde havalar balkona çıkmaya izin verince, gözüme ilk çarpan, masanın üstündeki uyku çiçeği oldu. Balkondaki masanın beyaz keten örtüsünün üzerinde İznik işi seramik tabak vardı. Orta büyüklükteki tabağın merkezinde sarıyla açık kahverengi arasında renkle iki buğday başağı resimlenmişti. İki uzun buğday yapraklarının diplerinde kırmızıyı andıran koyu renkte buğday taneleri dizilmişti. Tabağın ortasındaki yuvarlakta martıların uçuştuğu deniz dalgalanıyordu. Tabağın yükselen kenarlarında beyaz bir şeritten sonra, kahve renkli Hint mabetlerinin kubbelerini, minarelerini andıran şekiller birbirini izliyordu. Koyu mavi, beyaz, kahverengine kaçan kırmızı desenler, salkım söğüt gibi üzerlerine doğru sarkan uyku çiçeğinin yeşil yapraklarıyla uyumlu doğanın dengesini anımsatıyordu.

İznik işi seramik tabağın üstüne yukardan aşağı ince oluklarla daralan, sonra on santim tabana sert bükülmeyle, koni oluşturan büyükçe bir beyaz saksı, kalbı andıran üç yapraklı yoncagillere benzeyen yeşilliği üzerinde, onlarca koyu pembe renkle uyku çiçeği neşeli bir bahar sabahına uyanmıştı.

Odama döndüm, masamın üzerindeki büyüteci aldım, uyku çiçeğini inceledim. Dipten uçlara doğru belirgin damarları olan pembe renkli, beş yapraklı çiçeklerdendi. Açanlar kadar arkada sürgün halinde açmamış goncalar bekliyordu. Çiçeklerin güneşe bakan yüzleri koyu pembe, arkaları griden yeşile doğru bulut sarısıydı. Çiçeğin dip kısmında sarıyla yeşil arasında gonca yaprakları, ortasında koyu sarı bej renkli tohumu koruyordu.

Çarıktan kurtuluş olan o ilk kara lastik ayakkabılarımı, Kınalık’taki mor menekşeleri, şebnemleri, korkumu, köye koşuşumu, anamın gözlerindeki sevgi sıcaklığını anımsadım; kitaplığıma döndüm, kapıyı kapattım, gözlerim dolu dolu oldu…

Uyku çiçeğiyle yüreğim arasında kurulan dostluk, başka çiçeklerle de buluştu.

Odamın penceresinden gökyüzüne baktığımda, uçağın bıraktığı ince uzun buluttan başka bir şey görünmüyordu. Masmavi gökyüzünde, bahar sabahının canlılığı insanı doğa anının kucağına çağırıyordu.

Balkona yakın koltuğa oturduğumda, televizyonda Amerika’ da siyah yurttaşını öldüren polisi kınayan gösteriler anlatılıyordu. Meraklarım, komşumuzun bıraktığı orkideye takılınca, saksıyı önümdeki küçük sehpa üzerine koydum, çiçeği incelerken televizyondaki haberleri unuttum.

Kahverengi, kaliteli plastik saksı sıkı sıkı saran bir cam kap içine oturtulmuştu. Orkidenin dibinde, uzun koyu yeşil dört yapraktan biri saksıdan aşağıya sarkmıştı. Ötenin uç kısmı aşağı doğru kıvrılıyordu; diğer iki yaprak dua eden eller gibi çiçeklere uzanmıştı.

Sol tarafındaki kökte beş çiçek, sağındaki kökte yedi çiçek vardı. Çiçeklerde yaygın olan beş yaprak kuralı orkide için geçerli değildi.

Zengin bir Japon kadının elindeki yelpaze gibi geniş açılan orkidenin üç iç yaprağının biri ötekilerden farklıydı. Geniş ağızlı cam bardak gibiydi. Ona yaprak demek doğru olmazdı. Alt kısmında uzun bıyıklı yaprakla, tam açılmayan kırmızıya yakın pembe renkli iki yaprak tohumun üzerine kapanır gibi duruyordu. Sarı renkli tohum, iki yanında sarıya yakın uzanımın üzerinde çiçeğin renklerinden noktalarla bezemişti.

Yaylarda doğal salep toplanmasının sınırlamasını yerinde sorgulaması yaparken Geben yaylasına da gittim. Yaşlı çobanın anlattığı efsaneyi anımsadım.

Bir varmış, bir yokmuş Tanrı’nın kulu çokmuş... Maraş’ın Geben yaylasında Örkis adında bir prenses yaşarmış, Her gün evinden koşarak yüksek dağların eteklerine gider, çiçeklerle konuşurmuş. Bütün çiçeklerin dilinden anlar, dertlerine paydaş, sevinçlerine yoldaş olurmuş.

Güneşli bir güne çiçekten çiçeğe koşan Örkis çok yorulmuş. Ağacın altında bir taşın üzerine oturmuş. Gökyüzünde bir leylek süzülerek Örkis eteğine konmuş. Akşama kadar leylek Örkis’e, Örkis’de leyleğe bakışmışlar. Gün tepelerin ardına saklanırken, evine gitmek için kalkmak isteyen prensesin kucağındaki leylek aniden yere düşmüş, bacağı kırılmış. Çok üzülen Örkis, saçlarının teliyle leyleğin bacağını sarmış… Zarar görmeyeceği korumalı bir yere leyleği koymak için elini uzattığında, leylek yakışıklı bir delikanlıya dönüşmüş.

Bütün yaz boyunca delikanlı ile Örkis dağların eteklerinde buluşmuş, elele çiçekten çiçeğe koşmuşlar…

Kış ayları geldiğinde delikanlının ayrılması gerekmiş… Ayrılış haberini duyan Örkis’in nutku tutulmuş, dili lal olmuş… Yurduna dönen delikanlıyı beklemek Örkis’in içini öylesine yakmış ki, toz olup rüzgârın önünde Geben yaylasının yamaçlarına serpilmiş.

Geben yaylasında yaşayan insanlar, orkideleri, tertemiz aşkıyla yanan, toz olup savrulan Örkis’in temiz sevgisinin hatırası olduğuna inanırmış.

Evimizin yakınındaki parkta, bankın üzerine oturmuş, arkadaşıma, köyümdeki mormenekşelerin güneşle yaşadığı aşkı, uyku çiçeğinin cömertliğini, orkidenin eflatun renkli yapraklarındaki güzelliği anlatırken, karşı bankta oturan eli bastonlu adam dikkat kesilmişti. Metal kaplamalı bastonu, sırtında haki rengine yakın montu, bej renkli pantolonu, petrol rengi gömleği olan yaşlı adam yerinden kalktı, yanımıza oturmak için izin istedi. Banka oturur oturmaz, gözlerimin içine bakarak söze başladı:

- Adım Oktar… Seksen yedi yaşındayım. Parkın ucundaki apartmanda yaşıyorum. Örkis’in öyküsünü ilk kez sizden duyuyorum. Siz hiç âşık oldunuz mu? Aşkınıza kavuşup, kısa süre sonra kaybetmenin acısını yaşadınız mı?

- Hayır, âşık olmadım… Olmadığım için de kaybetmenin acısını da yaşamadım.

- O zaman kusuruma bakma… Siz orkidenin de, gülün de anlamını bilemezsiniz!

Benden yaşlıydı. Akşam yürüyüşlerinde ağır ağır parkı dolaşırken rastlaştığım biriydi. Selamlaşıyorduk ama hiç konuşmamıştık. Göz aşinalığımız vardı; aynı mahallerin insanıydık. Normalde titremediğini fark ettiğim sesinin, acıyla titremesi, özgüvenle tanımadığı birine çiçeklerin anlamını bilemeyeceğini söylemesi ilgimi çekti.

- Eğer sakıncası yoksa, çiçeklerin anlamını hiç olmazsa sözel anlatımla kavrayabilmem için bildiklerinizi paylaşır mısınız? dedim.

- Gülün her renginin anlamı vardır. Doğru renk gül seçerseniz, karşınızdaki sizi anlar. Orkide gül gibi değişik anlamları olan çiçek değil. Orkide sevgi, incelik, mutluluk ve asaletin simgesidir. Kavuşmamış sevgililer birbirine gül gönderir. Sevgilinize kavuşup, aşkınız sönmemişse, o zaman orkide çiçeği göndermek anlamlıdır. Aşkım sürüyor, demektir… Zarafetiniz beni size bağlıyor anlamına gelir… Tepkilerinizdeki inceliğe hayranım diye gönül alır. İlişkilerimizde gösterdiğin asalet bende saygı uyandırıyor itirafıdır.

Sol elindeki baston yere vururken, sağ elini kaldırdı, iç çekti, bir kaç cümle daha döküldü dudaklarından:

- Ben gül dönemini yaşadım… Orkide dönemini de… Orkide dönemim kısa sürdü, aşkımı yitirdim… Bu park açılmadan önce işimden dönünce her gün Feneryolu’ nda parka gider, denizi, gökyüzünü seyreder orkideyi dalgalara bırakırdım. Şimdi parka çıkıyorum ama orkideyi rüzgâr alıp götürmüyor ki…

- Üzülme, dedim… İnsanoğlu her şeyi yaşamaya hazır olmalı. Yarın sabah bizlerin ne olacağı belli mi?

- Bugün mutluyum… İçimi açacak bir insan buldum. Anlattığın çiçek öyküleri beni cesaretlendirdi.

- İzin verir misiniz, size bir dörtlük okusam…

- Buyurun, mutlu olurum…

- Göz görmez karanlık yayla sisinde

Gece karanlığında suyun sesinde

İnleyen kuşların can nefesinde

Sevdandan bir parça arıyor içim

Oktar Bey, bastonuna dayanarak ayağa kalktı. İki kaşı arasındaki açıklık kapandı, yüzü kanlandı, acıyan bir sesle,

- Bana âşık olmadığınızı söylemiştiniz… Bu dörtlükler sizin âşık olduğunuzu anlatıyor. Yürekten gelmeyen sesi tanırım… Sözleriniz başkasının olsaydı anlardım. Bir gün o dörtlüklerin tümünü sizden dinlemek isterim.

- Mutlu olurum, parkta oturur dertleşiriz…

Oktar Bey yüzündeki gerginlik bitmeden,

- Hoşça kalın…Kendinize iye bakın…Çiçeklere ilginizi kesmeyin, dedi.. İki adım attıktan sonra yarım dönüş yaptı,

- Unutma, orkide de altıncı yaprak dediğin, canlının kendi neslini yeniden üretmeye gösterdiği özenin simgesidir… Yaprak değildir.

Oktar Bey, bizden uzaklaşıp, parkın iç yollarına doğru ağır ağır yürürken ağlıyordu.

Editör: TE Bilisim