Tarım ve Hayvancılık, insanoğlunun yaşamasının gerek şartıdır. Gıda ve beslenme güveni olmaksızın, ne canımızı koruyabilir, ne aklımıza sahip çıkabilir, ne malımızı saklayabilir, ne neslimizi sürdürebilir ne de kültürümüzü yaşayabiliriz. İnsanların var olabilmesinin gerek şartı olan gıda güvencesi sağlamayı, toplulukların günlük çıkarlarını yansıtan “megafon gazeteciliği” yaparak başaramayız. Kök nedenlere inmeli, dip dalgaları erken uyarı anlayışıyla kavramalıyız.

Küresel gelişmeleri yakından izleme sorumluluğumuz kadar kendi elimizin menzili altında olan kaynakları da net bilgilerle kavramamız gerekir.  Tarım ve Hayvancılıkla ilgili düşündüklerimi sürekli gündeme taşıyorum.  Ülkenin gerçek anlamda “bekası” olan gıda güvencesi sağlamayı enine boyuna sorgulamazsak, sorumluluklarımızı nasıl yerine getirmiş olabiliriz?

Sorunu bütün yönleriyle ele alarak, net bilgi, etkin koordinasyon ve odaklanma ilkesini hayata taşıma konusunda işbirliği yapmamızın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarımı virgülüne kadar eleştirmenizin düşünce dünyamı zenginleştireceğini içtenlikle belirtiyorum.

Mayıs 28, ‘20

IV

Tarım sektöründe “işin hakkını verme” sorunumuz

Bir önceki yazıda,  değindiğimiz “özelliklerin” kapsamını biraz daha genişleterek tarım ve hayvancılıkta karar verirken dikkat edilmesi gereken “değişkenlere” farklı yönüyle değinelim. 

Gözlediğim kadarıyla, sektörle ilgili asıl önemli tehlike, “doğal değişkenlerimden beslenen yapısal ve ekonomik özelliklerini”  dikkate almadan söylemlerin peşine takılmaktır.  Hepimiz biliyoruz ki, yeterince netleşmiş bilgi olmaksızın yapılan tartışma sadece “beklenti tacirlerinin”  işine yarar

Odağımıza hayvancılığı alalım: Yetiştirdiğimiz hayvanın, içinde bulunduğumuz ekosistemde “ortalama ömrünü” bilmeliyiz. Sözünü ettiğimiz ortalama ömür fiziksel değil, ekonomik anlamdaki ömürdür.

Yetiştireceğimiz hayvanın  “yavru sayısı”  hakkında mutlaka bilgi ve fikir sahibi olmamız gerekir. Hayvan bir batında kaç yavru yapabiliyor?

Yetiştireceğimiz hayvanının  “yavru yapma potansiyelinin” kaç yıl olduğunu bilerek hareket etmeliyiz.

Yetiştirdiğimiz hayvanın kızışma koşulları ve “hamilelik süreci”  hayvan yetiştirme maliyetlerinde göz önüne alınmalıyız.

Yetiştireceğimiz hayvanın ortalama “karkas ağırlığı” bilgisine sahip olmalıyız.

Hayvanı sütü için besliyorsak laktasyon dönemlerinde ortalama  “süt verimini” bilmeli ve ölçmeliyiz. Et ve süt veriminde en düşük düzeyden en yükseklere çıkışı ve düşüşü, yani  “çan eğrisini”  izlemeliyiz.

Mera-odaklı  hayvan besiciliği yapıyorsak “mera analizi” yaparak, ot çeşitliliği, otların yüksekliği, hayvanı doyuracak boyda otun  ne kadar zaman  yetişebildiği , kaç ay korunabildiğini hesaba katmalıyız..

Yetiştiricinin hayvanlar için harcadığı   “zamanı ücretlendirmeyi”  maliyet hesapların değişkeni olarak kullanmalıyız.

Yetiştiricinin  “mera maliyeti”  ile “piyasadan satın alınan yem” maliyetlerini birlikte değerlendirerek “birim maliyetleri”  titizlikle izlemeliyiz.

Yetiştiricinin birim et ve süt verimliliği analizlerini yaparken “işletme ölçeklerinin etkilerini” de hesaplamasını sağlamalıyız.

Çevrenin iklim sistemlerinin yarattığı “kesif yem bağımlılık oranları” yetiştiricinin tarafından yıllık giderler hesaplanırken dikkate almasını gözden kaçırmamalıyız.

Üreticinin ülke genelinde da ya küresel ölçekte “fiyat alabilme”  koşulları dikkate almayız.

Sektörü etkileyen bütün değişkenleri  “muhalif seslere ve anlatım özgürlüğüne” en üst saygıyı göstererek tartışırsak bir yere varabiliriz. Yoksa nerdeyse yüzyıldır tartıştığımız halde, köklü çözümler üretemediğimiz sorunlar ağında debelenir dururuz. Sosyal bağlantısı olan alanlarda “kapalı sistemlerin”  üretken olmayan yapıları, tarım ve hayvancılıkta da çıkmaz yoldur; savunma kalkanlarını kaldırmadan sistemi tartışma iklimi yaratmalıyız.

Her zaman yazıyorum bir kez daha tekrarlayacağım: Siyasi iradenin en sorunlularından biri olan Bakan’dan gazete köşesinde düşüncesini açıklayan bu satırların yazarına kadar hepimiz şu soruyu sormalıyız: Bugüne kadar yaptığımız tartışmalar, aldığımız önlemler, açıkladığımız iddialı projeler neden yaratmak istediğimiz sonuca bizi götürmedi? Sahada kendi “bağlı değişkenlerimizi” iyi bilmiyor muyuz? Dünya genelinde “sektörle ilgili büyük veriyi”  yeterince izliyor muyuz? Genel ve kategorik anlatımlar yaptığımız için  “ değişen gerçekliğin”  yeteri kadar farkında değil miyiz? Tartışmaları kendi aramızda “kapalı ortamlarda”  yaptığımız için birbirimizi mi kandırıyoruz? Yoksa gücü elinde tutanlar “kerameti kendin menkul kibir ve üstünlük inancı” virüsünden kendilerini arındıramıyor mu?

Editör: TE Bilisim