Doç. Dr. Necmettin Acar / İSTANBUL, AA
Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Doç. Dr. Necmettin Acar, İsrail’in Doha’ya saldırısının ardından Orta Doğu’da yeni bir güvenlik mekanizması arayışını ve Türkiye’nin bu süreçte üstlenebileceği rolü AA Analiz için kaleme aldı.
***
Başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap ülkelerinin mevcut askeri kabiliyetleri ve kapasiteleri dikkate alındığında, İsrail’i dengelemelerinin mümkün olmaması güvenlik arayışlarında yeni yönelimleri zorunlu kılıyor. Dolayısıyla, geçmişte Sovyet revizyonizmine karşı bölge ülkelerinin oluşturduğu kolektif güvenliği de içeren askeri pakt deneyimleri, günümüz şartlarında yeniden anlamlı bir çözüm seçeneği olarak gündeme taşınabilir.
Bu bağlamda, Türkiye’nin dış politika tecrübeleri, bugünkü bölgesel türbülansı anlamak ve buna uygun stratejiler geliştirmek için önemli dersler barındırıyor. Geçmişteki Sadabat Paktı (1937) ve Bağdat Paktı (1955) tecrübeleri, Türkiye’nin güvenlik algısını, tehdit değerlendirmelerini ve ittifak stratejilerini şekillendiren iki kritik örnektir. Her iki girişim de esas itibarıyla, bölgede yeni kurulan ulus devletlerin iç istikrarını koruma ve dönemin en büyük dış tehdit algısı olan Sovyet yayılmacılığına karşı bir dengeleme stratejisiyle oluşmuştu. Bugün gelinen noktada, İsrail’in bölgesel revizyonizm politikaları sebebiyle benzer bir mantıkta ittifak girişimlerinin yeniden gündeme alınması kaçınılmaz görünüyor.
Tarihsel tecrübeden günümüze
Türkiye, Orta Doğu’da 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren, güvenlik siyasetini yalnızca ulusal sınırlarıyla sınırlı görmeyen, bölgesel ölçekte çözümler üretmeye çalışan bir yaklaşım benimsedi. Sadabat Paktı, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında imzalanarak bölgesel istikrarı koruma amacı taşıyordu. Ardından gelen Bağdat Paktı ise Irak, Türkiye, İran, Pakistan ve sonrasında Birleşik Krallık’ın da katılımıyla daha kurumsal bir güvenlik şemsiyesi işlevi gördü. Bağdat Paktı'na özellikle Pakistan’ın eklemlenmesi, bu paktı yalnızca Orta Doğu değil, aynı zamanda Güney Asya güvenliği açısından da önemli bir hale getirmişti. Bu tarihsel miras, Türkiye’nin güvenlik stratejisinde çok taraflı savunma işbirliği düşüncesinin yabancı bir konsept olmadığını açıkça gösteriyor.
Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye’nin güvenlik politikası uzun süre PKK/YPG terör örgütü, Suriye iç savaşı ve Doğu Akdeniz’deki gerilimler bağlamında şekillendi. Ancak İsrail’in 7 Ekim sonrası giderek sertleşen saldırganlığı yalnızca Filistin meselesiyle sınırlı kalmayan, bölgesel statükoyu yeniden dönüştürmeyi hedefleyen bir boyuta ulaştı. Lübnan’da Hizbullah’ın silahsızlandırılması yönündeki baskılar, Suriye’de merkezi otoritenin yeniden tesis edilmesini engelleyecek girişimler, Ürdün ve Mısır üzerindeki yoğun diplomatik-askeri baskılar ve nihayet Körfez ülkelerine yönelik saldırgan siyaset İsrail'in bu stratejisinin parçalarını oluşturuyor.
Bölge güvenlik mimarisinde kritik bir eşik olarak Doha saldırısı
İsrail’in Doha’ya düzenlediği saldırı iki önemli gerçeği ortaya çıkardı. İlk olarak, bu saldırı ABD'nin sağladığı fiili güvenlik garantilerinin güvenilmezliğini gözler önüne serdi. Aslında, 15 Eylül 2019’da Suudi petrol tesislerine yapılan saldırı, ABD’nin güvenlik garantisi altındaki bir ülkeye yönelik gerçekleşen en büyük saldırı olarak, bu garantilerin işlevsizliğini ilk kez gündeme taşımıştı. Ancak Suudiler bu saldırı sonrası ABD ile geniş kapsamlı yeni bir güvenlik anlaşması yaparak sorunun aşılabileceğini ve bölgenin işlevsel bir güvenlik şemsiyesine kavuşacağını düşündüler. Aradan geçen altı yıl boyunca ABD Başkanı Donald Trump’ın büyük bütçeli projelerine trilyonlarca petro-dolar akmasına rağmen bugün Doha’da yaşananlar güvenlik konusunda ABD’nin güvenilmez olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Üstelik Mayıs 2025'te Trump ilk yurt dışı gezisini bölgeye yapmış ve 3,2 trilyon dolarlık bir yatırım bütçesiyle ülkesine dönmüştü.
İkinci olarak, İsrail’in Doha saldırısı bölge ülkelerinin kendi güvenliklerini sağlama konusundaki yetersizliklerini daha görünür kıldı. Körfez bölgesi küresel silah piyasasının en büyük müşterisi olmasına, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerle büyük bütçeli silah ve savunma anlaşmaları imzalamasına rağmen İsrail saldırılarının hedefi olmaktan kurtulamadı. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyeleri geçmişte “Yarımada Kalkan Gücü” adı altında 50 bin kişilik bir ordu kurmayı ve bu orduyu en modern silahlarla donatmayı planlamıştı. Bu planın bazı KİK üyelerinin sert muhalefeti sebebiyle hiçbir zaman tam olarak hayata geçirilememiş olması ve Doha'ya gerçekleşen saldırı Körfez güvenliği için daha geniş ve kapsamlı bir güvenlik mimarisi inşasının bir zorunluluk olduğunu ortaya koyuyor. Suudi Arabistan’ın geçtiğimiz günlerde Pakistan’la imzaladığı güvenlik ve savunma anlaşması, Körfez ülkelerinin kendi güvenliklerini sağlama konusunda yetersizliğinin açık bir itirafıdır. Üstelik bölgenin güçlü askeri kapasiteye sahip ülkelerinin güvenlik sürecine katkı sunmadığı bir tabloda, Orta Doğu’daki güç ve güvenlik boşluğunun kalıcı olması kaçınılmazdır.
Körfez güvenliğinde Türkiye’nin artan rolü
Orta Doğu’nun en güçlü askeri-endüstriyel kapasitesine sahip ülkesi olması ve tarihteki askeri liderlik rolü itibarıyla Türkiye Körfez güvenliği bağlamında yüksek beklentilerin yöneltildiği stratejik bir aktör olarak görülüyor. İsrail’in karşısında caydırıcı bir güç ortaya çıkmadığı sürece, askeri operasyonlarını bölge geneline yayma eğiliminin devam edeceği gerçeği, Türkiye’nin rolünü daha da kritik bir noktaya taşıyor.
Dolayısıyla, İsrail’in askeri olarak dengelenmesi ancak Türkiye’nin başat rol oynayacağı yeni bir bölge güvenlik mimarisi ile mümkün olacaktır. Türkiye, bölgenin İsrail’den tehdit algılayan ve bu tehdide cevap verebilme kapasitesine sahip bölgesel güçlerini de yanına alarak caydırıcı bir güç inşa edebilir. Bu bağlamda Türkiye’nin, Pakistan ve Mısır gibi askeri tecrübe, demografik ve jeopolitik avantajlara sahip ülkelerle askeri alandaki işbirliğini geliştirmesi bölge güvenlik mimarisine yeni bir soluk getirecektir. Bu oluşum, Körfez ülkelerinin özellikle de Suudi Arabistan’ın finansal olarak destek vermeyi kabul etmesi durumunda İsrail’in bölge genelinde sınırlanabileceği anti-revizyonist bir bloka dönüşebilir. Böyle bir anti-revizyonist bloku Türkiye dışında kimse kuramaz ve idare edemez.
Ancak bu plan, özünde çeşitli zorluklar ve çelişkiler barındırıyor. Pakistan’ın Orta Doğu siyasetinde Hindistan ile yürüttüğü jeopolitik rekabete odaklanarak tarafsızlığı benimsemesi, Suudi Arabistan’ın arka planda kalacağı endişesiyle güçlü askeri ittifaklara katılmada isteksiz olması, Mısır’ın bu tür bir oluşumu kendi iç siyasi dinamikleri ve komşu ülkelerdeki istikrarsızlıklar karşısında bir ağırlık merkezi olarak değerlendirme ihtimali, Türkiye’nin ise Batı ittifakı içindeki konumu ve Batılı savunma örgütleriyle sürdürdüğü güçlü ilişkiler bölgede askeri işbirliğini geliştirme ve kurumsallaştırma çabalarının önündeki önemli sınırlamalar arasında sayılabilir. Bununla birlikte, tüm bu güçlüklere rağmen Türkiye, İsrail’i dengeleme ve bölge güvenlik mimarisinde oluşan boşluğun giderilmesi açısından anti-revizyonist bir blok içerisinde yapıcı ve belirleyici bir rol üstlenebilecek en güçlü aday olarak öne çıkıyor.
Orta Doğu’nun güvenlik mimarisinde yaşanan güç ve güvenlik boşlukları, dönemsel olarak ciddi krizlere zemin hazırladı. 2000’li yılların başlarında İran, bu boşluğu kendi revizyonist hedefleri doğrultusunda değerlendirdi. Bu durum İsrail’in bugünkü yayılmacı politikalarına da meşruiyet alanı oluşturdu. Günümüzde ise İran’ın geri çekildiği alanlarda İsrail’in etkisini artırması ve bölgesel statükoyu kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürme çabaları, Körfez ülkeleri başta olmak üzere tüm bölge açısından hakiki bir tehdit haline gelmiş durumda.
Bu bağlamda, İsrail’in revizyonist eğilimlerini sınırlamanın en gerçekçi yolu, güvenlik mimarisinde oluşan boşluğun uygun vasıtalarla doldurulmasıdır. Şu an için en etkili senaryolardan biri, Türkiye’nin başat rol oynadığı ve Pakistan ile Mısır’ın da katkı sunduğu bir anti-revizyonist blok oluşturulmasıdır. Bu blok, Körfez ülkelerinin mali desteğiyle daha da güçlenecek, bölgesel güvenlik boşluğunu önemli ölçüde doldurarak İsrail’in saldırgan politikalarını dengeleyebilecektir.
Aksi durumda, İsrail’in yakın dönemde Ürdün ve Mısır üzerindeki baskısını artırması ve bu ülkeleri de hedef alması olasılık dahilinde. İsrail’in bölgenin merkezinden çevreye doğru yayılan yayılmacı eğilimlerinin, uzun vadede Pakistan ve Türkiye sınırlarına ulaşmayacağını garanti etmek mümkün değil. Dolayısıyla, böyle bir anti-revizyonist blok yalnızca başkalarının güvenlik maliyetini üstlenme arayışı değil, aynı zamanda ilgili ülkelerin kendi ulusal güvenliklerini teminat altına alma yönünde proaktif bir strateji olarak değerlendirilmelidir.
[Doç. Dr. Necmettin Acar, Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanıdır.]
* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editoryal politikasını yansıtmayabilir.