21.yüzyıl ekonomisinde ürünlerin değeri artık yalnızca fiziksel nitelikleriyle ölçülmüyor. Tüketici, satın aldığı ürünün tadından önce onun nereden geldiğini, hangi topraklarda üretildiğini, hangi hikâyeyi taşıdığını bilmek istiyor. İşte tam da bu noktada coğrafi işaretler, bir ürünün kimliğini, kökenini ve kültürel mirasını belgeleyen stratejik bir araç olarak öne çıkıyor.
Türkiye, bu alanda yalnızca zengin ürün portföyüyle değil, aynı zamanda eşsiz bir biyo-kültürel çeşitlilikle dikkat çekiyor. Üç iklim kuşağını aynı anda barındıran, dört mevsimi aynı gün içinde farklı bölgelerinde yaşatan bir coğrafyada her yörenin kendine özgü üretim biçimi, lezzeti ve dokusu var. Kars’ta karla yoğrulmuş gravyer peyniri, Safranbolu’da toprağın altın sarısı mirası olan safran, Aydın’ın bereketli topraklarında yetişen enginarı, Afyon’da nesiller boyu ustalıkla üretilen meşhur sucuğu, Ağrı’nın yaylalarında geven nektarından elde edilen balı, Manisa’da güneşle olgunlaşan çekirdeksiz Sultani üzümü, Çankırı Eldivan’da aromasıyla öne çıkan kirazı, Babaeski’de toprağın gücüyle yetişen sarımsağı, Datça’da güneşin lezzet kattığı domatesi… Bunlar sadece gıda değil; birer hafıza, gelenek ve kültür taşıyıcısıdır.
Bu eşsiz çeşitliliği belgeleyen coğrafi işaretler, son yıllarda Türkiye’de artan bir bilinç ve ilgiyle sahipleniliyor. Bugün itibarıyla 1700’ün üzerinde ürün tescillenmiş durumda. Ancak bu veriler umut verici olmakla birlikte, asıl başarıyı temsil etmiyor. Çünkü bir ürünü tescillemek, onu yaşatmak için yeterli değil. Asıl mesele, bu ürünleri ayakta tutacak bir değer zinciri kurabilmek.
Tam da bu noktada önemli bir eleştiriyi göz ardı etmemeliyiz: Tescil edilen ürünlerin bir kısmı, kategori hataları nedeniyle sistemin doğasına zarar veriyor. Özellikle yemekler ve çorbalar gibi tarif temelli ürünlerin “coğrafi işaret” adı altında değil, “geleneksel ürün adı” kapsamında korunması gerekiyor. Tescil sayısını artırmak adına yapılan bu sınıflandırma yanlışları, sistemin güvenilirliğini zedeliyor. Türkiye'nin hedefi, sadece sayıyı artırmak değil; nitelikli, denetlenebilir, izlenebilir ve pazarlanabilir ürünlerle uluslararası rekabet gücünü artırmak olmalı.
Türkiye’nin çok yönlü üretim yapısı bu süreci kolaylaştıracak fırsatlar barındırıyor. Dağ köylerinde geleneksel yöntemlerle üretim yapılırken, aynı anda modern tarım teknolojilerinin uygulandığı ovalarımız var. Bu çeşitlilik, doğru yönetilirse, Türkiye’ye benzersiz bir rekabet üstünlüğü sağlayabilir.
Avrupa Birliği’nin 2024/1143 sayılı yeni tüzüğü, coğrafi işaretlerde sadece tescili değil; etkin denetim, üretici haklarının korunması, dijital izlenebilirlik gibi çok katmanlı bir yapıyı zorunlu kılıyor. Türkiye bu yapıya başarıyla entegre olabilirse, sadece iç piyasada değil, AB başta olmak üzere tüm dünya pazarlarında ürün güvenilirliğini ve marka değerini katlayarak artıracaktır.
Nitekim Türkiye bu dönüşüme çoktan adım attı. Bugün itibarıyla Avrupa Birliği Komisyonu nezdinde 31 ürünümüz tescillenmiş durumda ve çok yakında bu listeye yenileri de eklenecek. Bu tesciller, yalnızca birer belge değil; atalarımızdan bize kalan kültürel mirasın Avrupa nezdinde korunması adına atılmış güçlü adımlardır. Her biri, 500 milyonluk Avrupa pazarına açılan bir kapı; kültürümüzün, emeğimizin ve toprağımızın değerini dünyaya tanıtan bir vitrindir.
Avrupa Birliği’nde tescillenmiş ürünlerimiz şunlardır:
Gaziantep Baklavası, Aydın İnciri, Malatya Kayısısı, Aydın Kestanesi, Milas Zeytinyağı, Bayramiç Beyazı, Taşköprü Sarımsağı, Giresun Tombul Fındığı, Antakya Künefesi, Suruç Narı, Çağlayancerit Cevizi, Gemlik Zeytini, Edremit Zeytinyağı, Milas Yağlı Zeytini, Ayaş Domatesi, Maraş Tarhanası, Edremit Körfezi Yeşil Çizik Zeytini, Ezine Peyniri, Safranbolu Safranı, Aydın Memecik Zeytinyağı, Araban Sarımsağı, Osmaniye Yer Fıstığı, Bingöl Balı, Bursa Şeftalisi, Hüyük Çileği, Bursa Siyah İnciri, Söke Pamuğu, Manisa Mesir Macunu, Gaziantep Menengiç Kahvesi, Silifke Yoğurdu ve Aydın Memecik Zeytini.
Her bir tescil, kültürel bir imzanın Avrupa’ya atılmasıdır. Coğrafi işaretin asıl gücü, yalnızca etikette değil; ürünü bir hikâyeye dönüştürebilmesinde yatar. Bir annenin mayaladığı yoğurt, bir köyde birlikte toplanan üzüm, nesiller boyu aktarılan sabun tarifleri… Bu ürünler sadece satılmaz, anlatılır, benimsenir, paylaşılır. Tüketiciyle üretici arasında kurulan bu bağ, yaşam tarzı haline gelir.
Bugün Türkiye’nin sahip olduğu bu eşsiz çeşitlilik, yalnızca korunacak bir miras değil; geleceğe yön verecek stratejik bir kalkınma kaynağıdır. Bu potansiyeli sürdürülebilir şekilde değerlendirdiğimizde, yalnızca ürünlerimizi değil; kırsalı, üreticiyi, kadın emeğini ve genç girişimcileri de kalkındırmış oluruz.
Ve bütün bu tabloya baktığımda artık tereddütsüz söylüyorum:
Kökeninden gücünü alan Türkiye, önümüzdeki 30 yıl içinde coğrafi işaretli ürünlerde dünyanın lider ülkelerinden biri olmaya adaydır.
Çünkü biz yalnızca ürün üretmiyoruz. Biz toprağın sesini, kültürün izini ve emeğin kıymetini dünyaya anlatıyoruz.
Ve bunu sahiplendiğimiz ölçüde; yalnızca kendimizi değil, dünyayı da zenginleştireceğiz.